|
İlahiyat, sufilik ve felsefe
İbn Sina'nın felsefi bir mesele olarak “metafizik” anlamında kullandığı “ilahiyat”tan, yer yer ontolojik kimi farklıları da içkin olarak, İslam'daki itikadi mezhepler ve tarikatlar, uzun bir zaman diliminde, zahir ve batın yönleriyle zenginleştirilmiş bir “İslam İlahiyatı” teşekkül ettirmişlerdir.

Bu manada Şiilik ve onun şemsiyesi altındaki heterodoks doktrinler (Batınilik, İsmaililik, Hurufilik vb.) başta gelmek üzere, Sünnilik anlayışı içinde yer alan tarikatların her birinin kendi içinde bir ilahiyatı vardır ve bu çoklu yapı Kur'an – Sünnet esaslı olmaları bakımından ortak bir öz'e sahiptir. Ki, bunların kelami düzeydeki çetin mücadelelerine rağmen, sosyal yaşantıda makul ve meşru görülebilen karşılıklı bir etkileşim içinde oldukları ve hatta kimi ret (tekfir, tahkir, ve tecrit) süreçleri açısından da ortak bir kadere tabi bulundukları aşikardır.

Nitekim, bir tarikat olan Şiiliği, resmi bir mezhebe dönüştüren Safevîler zamanında, bazı tarikatların şer'i farizaları yerine getirmemeleri gerekçe gösterilerek, gerçekte ise (iktidar zorunluluğuyla) Şiiliği sekülerleştirme kastıyla ortaya çıkan tepki neticesinde, “(K)imi din adamları sufiyeyi reddeden risaleler kaleme aldılar. Hatta Zadu'l-ma'ad adlı kitabıyla tasavvufa tamamen muhalif kalan ünlü şia alimi ve muhaddisi Molla Muhammed Bâkır-ı Meclisî (ö. 1690) bile bu şartlar altında kendi babasının tasavvufunu inkar ve sufiliğe muhalefet etmek zorunda kaldı. Böyle bir ortamda, Safevi saltanatının son dönemlerinde tasavvuf bir çok sorunla yüz yüze geldi ve hatta Molla Sadra'nın çevresinde (ö. 1636) toplanan hükema bu dönemde kimi alimlerin şiddetli muhalefeti ile karşılaştı. Sonuçta, tasavvufun dini merkezleri bundan böyle adını 'irfan' olarak değiştirdi. Bugün Şia'nın ilim ve resmi merkezlerinde ve dini okullarında, irfan öğrenmek ve öğretmek mümkündür. Ama tasavvufu öğretmek ve öğrenmek imkansızdır. Çünkü tasavvuf adı genellikle, şeriatın emir ve nehiylerini unutan ve kendilerine kalender meşrep sıfatı verilen, kayıtsız dervişlerle özdeşleşmiştir.” (Seyyid Hüseyin Nasr: Şiilik ve Tasavvuf; Gelenek Yay., 2001. Gulamriza E'vânî: Hikmet ve Manevi Hüner; Şule Yay., İst., 2015)

İran'da bunların yaşanmasından yaklaşık bir bucuk asır sonra, Osmanlı'da da Bektaşiliğin tasfiyesi tahtında Yeniçeri Ocağı'na (Vaka-i Hayriye nitelemesiyle) son verilmiştir (1826).

Çaldıran Savaşı da dahil (1514), bir dizi olaya rağmen Şii ve Sünni sufi ekolleri “ortak bir doktrin” niteliğindeki Vahdet-i vücud anlayışı içinde (kendi farklarını da korumaya özen göstererek) mezkur olayların öncesinde ve sonrasında karşılıklı görüş alış-verişini sürdürmüşlerdir.

Örneğin, Şebüsterî'nin (ö. 1340?) İbn Arabi'nin düşünceleri içinden yazdığı Gülşen-i Râz mesnevisi, el-Lâhîcî (ö. 1506) tarafından şerh edilmiş ve bu şerh Mahmûd Hulvî (ö. 1654) tarafından kısaltma ve eklemelerle Osmanlı Türkçesi'ne aktarılmıştır.

İlginç olan, Şii el-Lâhîcî'nin, şerhini, Cüneyd-i Bağdadi, Hace Abdullah el-Ensari ve İbn Arabi gibi Sünni sufilerin görüşlerinden yararlanarak yapmış ve yine Sünni bir alim olan, çağdaşı Abdurrahman-ı Câmî'ye (ö.1492) tezkiye ettirmiş olmasıdır.

Öte yandan Hulvî de Halvetiliğin Pîr İlyas Amâsî kolundan Sünbüliye, ve yine Halvetiliğin Rûşen'îyye kolundan Gülşeniye şeyhlerinden olup, sufi silsile içinde Hz. Ali'ye bağlı bir Sünnidir.

Konuya bir de “irfan” kelimesinden bakacak olursak: Nasr'ın da söylediği gibi, irfan kelimesinin bir sufilik ıstılahı olarak kullanımı 17. yüzyılda ortaya çıkmıştır.

Kur'ani asla sahip bulunan (bkz.: Bakara, 89, 146; Yusuf, 58; Muhammed, 30; Mürselat, 1), “bilme, öğrenme, bilgi, pratik bilgi, usul ve örf bilgisi” anlamındaki irfan, sufi literatürde “marifet, keşf, hads, ilham, sezgi, manevi ve ruhi tecrübeyle elde edilen bilgi, tecrübi bilgi” demektir (Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı, İst., 2001).

Ancak irfan, Vasıl b. Ata'dan ö. 748) başlatılıp, el-Eş'ari ve el-Gazzali'yi de içerecek şekilde, Nasîrüddin Tûsî'ye (ö. 1274) kadar getirilirse de (bkz.: Seyyid Yahya Yesribi, İrfan Felsefesi, İnsan Yay., İst., 2010), konu asıl, “arif /ma'rifet / ma'rifetullah” kavramı kapsamında nazariyata aktarılmıştır. Dolayısıyla Sünni sufilikte irfan'dan kasıt, müstakil bir “tasavvuf felsefesi” değildir, marifet (seyr-i sülûk) süreçleridir. Oysa ki Şia, bu kelimeyle felsefenin içine çekilerek, sufiliğini onunla kamufle etmek istemiştir.

Nitekim, felsefe ile aralarına daima bir mesafe koymuş olan sünni sufilerden Abdürrezzâk Kâşânî (ö. 1330), irfan kelimesine değil, arif / marifet kavramına itibar ettiği gibi, onun öğrencisi Davûd el-Kayserî (ö. 1350) Füsus şerhinin mukaddimesinde; Seyyid Mustafa Râsim Efendi de “Istılâhât-ı İnsan-ı Kâmil”inde (1812) aynı yolu izlemişlerdir.

Bu hususlara ilişkin Şii ve Sünni kimi pratiklerin karşılaştırmasını da izleyen yazıda yapmaya çalışalım inşallah.

twitter.com/OmerLekesiz
#sufilik
#Sünni
#Şii
#Safevîler
9 yıl önce
İlahiyat, sufilik ve felsefe
Kara dinlilerle milletin savaşı
Denge: O eşsiz zorunluluk
İkiyüzlü dünyanın 200 günü
Garson nereye baksın?
İnsafsız takas!