|
Neden ve nasıl yazarlarmış

Yazı yazmayı iyiden iyiye iş edindiğimiz gün, başka yazarların (özellikle de dünyaca tanınanlarının) neden yazdıklarını merak etmeye başlarız.



Bu tarz dosyalar yapan dergiler dikkatimizi çokça çekerler.



İlgili soruşturmalara verilen cevaplarda, kendi yazma nedenimize denk düşen, diğer bir söyleyişle mizacımızı ve beğendiğimiz türlerde yazmamızı destekleyen yaklaşımların altını çizer, sonra dönüp dönüp okuruz onları.



İş çoğu zaman bununla da kalmaz.



Yazma nedenini beğendiğimiz ve benimsediğimiz yazarın, çok bilinen (hatta efsaneleşmiş) hallerini taklit etmeye başlarız.



Böylece “neden yazıyor" sorusu, “nasıl yazıyor" sorusuna bitişiverir.



Örneğin, Virginia Woolf beş çayınını içtikten sonra mı başlarmış yazmaya, biz de öyle yapmaya başlarız.



Pijamalarını mı giyermiş, yoksa bir nikah törenine gidecekmiş gibi mi hazırlanırmış, biz de öyle eyleriz.



Beraberinde gelen sorular ve cevaplar güya bizi yazarlığa daha da yaklaştırır.



Yazma sebebini sevdiğimiz yazar, yazacağı konuları hangi ortamlarda şekillendirirmiş; hangi kafelerde, hangi cins kahveyi höpürdeterek düşünürmüş; çanta taşır mıymış; gazetesini bir masaya yayarak mı, yoksa yüzüne perde yaparak mı okurmuş.



Neşeli mi görünürmüş; bunalım mı takılırmış; hangi görüntüler eşliğinde dalıp dalıp gidermiş ufuklara; hangi sesler sayesinde tekrar dönebilirmiş kendi gerçekliğine…



Bunları fazla abarttığımı sanıyorsanız, yanılan siz olursunuz.



Bugünü konuşuyorum ama mezkur durumlarla ilgili kırk yıllık tanıklığımla konuşuyorum çünkü.



Yazarlık yeteneğinden yana nasibi kıt olduğu halde, “nasıl yazar olunur" sorusunun cevabını İstanbul'da bulacağını zannederek, buraya koşan birçok kişinin, zeki ve yazma eyleminde kurt olmuş adamların elinde nasıl oyuncak olduklarını iyi bilirim.



Örneğin bizim Ahmet Kekeç, Salih Tuna, Yusuf Ziya Cömert böyle kaç saftiriği, Boğaz'da şebek niyetine gezdirmişlerdir; o artistleri “iyi öykücü olmak için sahildeki son taşın üstüne oturup, Kız Kulesi'ni en az iki saat seyretmelisin" telkinleriyle, zemheri soğuklarında nasıl titretmişler, çayları Çapanoğlu'nun abdest suyunu aratmayan kahvelerde, kaç çaydanlığı devirmelerine sebep olmuşlardır, Allah bilir.



Tanıkılık dedim, söz ifşaya dayandı. Elbette gençlik zamanlarımızdan bahsediyorum. Gençlikte olur böyle şeyler, sonraki zamanlarda olmaz.



Zaten o saftiriklerden bazıları sonradan “aman da ne büyük yazar" oldular da, şimdi dergilerde büyük yazar olmanın yollarını, günlük formunda ballandıra ballandıra anlatıyorlar.



O halde rövanşı gerektirecek bir durum yoktur.



Dönelim, “neden ve nasıl yazarlarmış" meselesine.



Yazma heveslilerinde üçüncü bir etkisi daha vardır bu soruların.



O da, neden yazdığı sanki anlaşılan, yazış tarzı taklit edilen yazar üzerinden, yazarlık parodileri oynamaya başlamak.



Örneğin, o yazar “yazmak benim için bir tür hayata karşı durmak, saçmalıklara karşı direnmektir" mi demiş, yazma heveslisi de bunu olur olmaz her yerde söylemeye başlar.



Faraza, Jean-Paul Sartre demiş olsun bunları. Onun hayata şaşı bakmasının; savaş nedeniyle yaşadığı ruhsal bunalımların, çelişkilerin içinden böyle söylemiş olmasının; bir tür var oluş sorunu yaşamasının hiç mi hiç önemi yoktur.



Onun bunu söylemiş, yazma heveslisinin de bunu duymuş olması yeterlidir.



Gerisi, tufandır.



Dünya, insanlar, şeyer, olgular, olaylar hep kötü, bir tek o iyidir. İyi olana ise bunca kötülüğe karşı dayanmak, direnmek düşer elbette.



Böylece kötü olan hayata karşı iyi olan adamı oynmaya başlar yazar heveslisi. Çayını yudumlayışından, sokağa bakışına; bardak tutuşundan kalem takışına, soru soruşundan cevap verişine kadar her şeyi bir parodiye dönüşür.



Ah mine'l-aşk! Simone de Beauvoir gibi bir sevgili de yapabilirse kendisine, sahici olan hepten kaybolup, parodili yaşamı asıl hayatının yerine, suyun bir boşluğa dolduğu gibi dolar.



Konuyu buraya getirdiğime göre, şimdi benden beklenecek olan tavsiyelerdir.



“Aman, yazarlığa heveslenen bay ve bayan yazar aday adayları, sakın böyle etmeyin eylemeyin, iyi yazar olmanın yolu bunlar değildir" demem beklenir.



Ama benim o taraklarda hiç bezim olmaz.



Bilakis, hak edenin hak ettiğine, kimin neye layıksa layık olduğuna ulaşmasını dilerim.



Nitekim, Batıdaki ünlü yazarlara bakılarak sorulan o malum soruların, bugün nasıl bir yazıcılık portresine (anlayışına) bağlandığı da herkesin mâlumudur.



Malûmun ilâmı ise gerekmez.


#yazı yazmak
#Virginia Woolf
#Simone de Beauvoir
#Ahmet Kekeç
#Salih Tuna
#Jean-Paul Sartre
#Yusuf Ziya Cömret
8 yıl önce
Neden ve nasıl yazarlarmış
İsrail ordusunun yabancı askerleri
Reis’i tanıdığım o günlerden bugünlere…
İkiyüzlü dünyanın 200 günü
Garson nereye baksın?
İnsafsız takas!