|
Sanat ve istikamet

Arapça “kvm/ kym” kökünden türetilen istikamet, “Sırat-ı müstakim” şekliyle “İslamî yol”un sıfatıdır.



Vankulu Lügati'nin “itidal” anlamına da geldiğini belirttiği, tam karşılığı ise “dik durma (kıyam), düz gitme, doğruluk” demek olan istikamet için İbn Arabî'nin nazariyatında birleştirdiği iki yaklaşım vardır.



1-Muhammedî yol ve şeriat üzerinde bulunmaktır.



2-Allah'ın hikmetinin talep ettiği, bütün var oluşa sirayet etmiş ilahi ve kevni bir özelliktir. Buna göre istikamet, doğru olan şeyin hakikatinin ortaya çıkmasıdır. Bir şeyin istikameti yaratılış gayesidir.



Kur'an ve hadislerdeki zikredilişiyle “Allah'ın ve peygamberinin dosdoğru yolu” olması bakımından Sırat-ı müstakim'de hiçbir problem yoktur.



Problem, sanat merkezli olarak düşündüğümüzde hayallere, sembollere, mecazlara… başvuran Müslüman sanatçının istikametiyle ilgilidir.



İşte İbn Arabî, özellikle Hanbelî fâkihlerin bu konudaki tavizsiz tutumlarını, fıkhî planda özü zedelemeden, tasavvufun içine çekerek yumuşatmakla kalmamış, dolayısıyla sanatçılara da özel bir hareket alanı açmıştır.



İbn Arabî'nin ilgili düşünceleri istikametsizliğin mümkün olmayışına dayanır. Ona göre “Eğrilik ve istikamet yürüdüğü şeyle yürüyene nispet edilir, onunla yürüyen kimseye nispet edilmez. Yaratıklarıyla yürüyen Hak'dır. Hak ise sırat-ı müstakim üzere olduğunu bildirmiştir. Eğrilik de, gerçekte istikamet olabilir, söz gelişi kavisin eğriliği gibi. Bu yüzden kavis için istenilen doğruluk, aynı zamanda onun eğriliğidir. Şu halde âlemdeki her şey, istikamet sahibidir. Çünkü onun perçeminden tutmuş olan kendisiyle yürüyendir, o da sırat-ı müstakim üzeredir.” (Geniş bilgi için bkz.: Suâd el-Hakîm, İbn Arabî Sözlüğü, çev: Ekrem Demirli, “İstikamet” maddesi)



Burada, İbn Arabî “sanatçılara özel bir hareket alanı açmıştır” demekten kastımız, onun ârifler için mümkün gördüğü şey üzerinden, ibda', istidat, istihkak terimleriyle ilgili görüşlerine de yaslanarak, konuyu sağlam bir mesnede isnat ettirebilme çabamızın bir sonucudur. Diğer bir ifadeyle söylenenden hareketle, söylenebilecek olana bir kapı aralamaktır.



Nitekim, onun “Ârifler, âlemde gerçekleşen her şeyi meydana gelişi yönünden değil, o şeyi yaratmada Allah'ı sevmeleri nedeniyle severler” ya da “Ârif her zaman mümkünde bulunan özel bir yöne bakar. Bu özel yön, Allah'ın kendisine dönüktür. Yoksa, o şeyin neden veya şart olarak kendisine nedensellik yoluyla bağlandığı ve dayandırıldığı şeye bakmaz” (Fütuhât-ı Mekkiyye, cilt: 4 ve 5) sözleri de bu konuda bizi cesaretlendirmektedir.



Sanatçının aynı zamanda ârif olabilmesi durumunu saklı tutarak, onun zaten ârif gibi düşünmemesi nedeniyle sanatçı olduğunu söylemek ve dolayısıyla onu hakîkatin (bir manada gerçekliğin) dilini kur(gula)mak (ibda' etmek) tahtında, sebepleri sebeplisiyle, nedenleri de nedenlisiyle birlikte sevmek zorunda olduğunu söylemek durumundayız. Bunun da sanatçıyı, “âlemde gerçekleşen her şeye meydana gelişi yönünden” (olgular ve olaylar olarak) bakmaya, hayrete, meraka, tecellilerin sonuçlarını ve âlemdeki (insandaki) etkilerini anlayarak anlatmaya (resimle, musikiyle, yazıyla… tahkiye etmeye) sevk edeceği tabiidir.



Öte yandan, Ferîdüddin Attâr'ın devrinde yaşamadığımız gibi, Şeyh Gâlib'in hatta ve hatta kendi devrimizin sanatçısı olarak Sezai Karakoç'un bile devrinde yaşamadığımız da aşikardır.



Suâd el-Hakîm'in Yirmi Birinci Yüzyılda İhya-i Ulûmi'd-Dîn adlı çalışmasında çok haklı olarak söylediği gibi, “günümüz insanının aklını, yani ilim ve teknoloji insanının aklını” artık nazariyat ikna edememektedir. Çünkü günümüzün insanı dokunmadığı şeye kesin olarak inanmamaktadır; onun yakîn anlayışı hissedilebilir olandan dokunulabilir olana geçmiştir.



Görselliğin hâkimiyeti olarak da adlandırabileceğimiz bu husus, Müslüman sanatçıyı Hıristiyanî bir temsil anlayışının içine çekerken aynı zamanda onu o zihniyetin içine de çekmiş olmaktadır. Dolayısıyla sorun, salt bir sanat sorunu değil, aynı zamanda bir kültür(lenme) sorunu olarak kendisini dayatmaktadır.



O halde Müslüman sanatçının, İbn Arabî'nin yukarıda zikrettiğimiz iki yaklaşımından ilkinde musir olarak, ibda', ihtira, istidat ve istihkak hususunda kendisine yüklenilenler (lütuflar) üzerinden, sanat eyleminde kimi marjlara sahip olduğunu, bunun geçmişteki gibi şimdi de sanatçının Müslümanca niyetlerinin düzeyiyle ilişkilendirilebileceğini düşünebilmeliyiz.



Çünkü son tahlilde “niyet, kalbin amelidir” ve (bir önceki yazımızda ele aldığımız şekilde) kalbî ta'limden (eğitimden, öğrenimden) geçmeyenin istidat ve istihkaktan yana nasîbi kuşkuludur.



İstikamet ise zaten kuşkuyla birarada olmaz.




#Sanat ve istikamet
#İhya-i Ulûmi'd-Dîn
#Ferîdüddin Attâr
#Sezai Karakoç
8 yıl önce
Sanat ve istikamet
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’
Jeopolitik sürpriz: ABD, Rusya ve İsrail nasıl anlaştı?
Nazlı seçmen günlerinde siyaset