|
Şehrin mektupçuları
M
ektup
kelimesi,
kitap
ile aynı köktendir (ktb) ve kitap gibi o da
yazı, yazılı şey
demektir.
Kitâbâ
kelimesinin
Aramice
ve
Süryanice
’deki ilk anlamının
dikiş dikme, bağlama, raptetme, bitiştirme
oluşundan hareketle mektubu, iki kişinin dillerini birleştiren, bilgilerini bitiştiren, yazı yoluyla iki aklı ve gönlü birbirine eriştiren şey olarak tanımlamamız mümkün olduğu gibi, buna bağlı olarak,
Kabil
’in
İklime
’ye, kendisiyle evlenmeye ikna etmek için mektup yazıp yazmadığını bilmesek de, en eski mektupların
Eski Mısır
’da kil tabletlere, papirüslere yazılmalarından hareketle, mektubun tarihinin de
insani iletişimin tarihi
kadar eski olduğuna hükmetmemiz mümkündür.

Hal böyle olunca, geçmiş zaman içinde siyasi ve edebi tarihin en zengin türü haline gelen mektuba dair iyi ve ilginç örnekleri adlarıyla olsun burada paylaşmamıza imkansız yoktur. Ancak şu kadarını söyleyebiliriz ki, mektup,
Şebüsteri
’nin
Gülşen-i Raz
’ı başta gelmek üzere kimi mesnevilerin yazılma sebebini oluşturduğu gibi, özellikle
İmam-ı Rabbani
’nin
Mektubat
’ından itibaren, tasavvuf erbabının metafizik hallerini beyan ettikleri yegane araç olmuştur.
İlgili malzemenin çokluğu nedeniyle, konumuzu yazı başlığımızla sınırlayarak konuşacak olursak,
şehir mektupçuluğu
açık mektup teriminin yedeğinde, onun halk katına indirilmesiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Mektubun bu manada popülizasyonunu sağlayan şey ise kuşkusuz gazeteciliğin ta kendisidir.
Bizdeki açık mektup, tam adıyla şehir mektupçuluğu
Namık Kemal
’in, ilki
Tasvir-i Efkar
gazetesinin 20-23 Ocak 1867 tarihli nüshasında yer alan
Ramazan Mektubu
’yla başlamış;
Basiretçi Ali Efendi
’nin
Basiret
gazetesindeki (1870-1878) mektuplarıyla (
İstanbul Şehir Mektupları
adıyla yeni basımı: Haz.: Nuri Sağlam, Erdem Yayınları, İst. 2017) gelişerek, ondan yaklaşık otuz yıl sonra
Ahmet Rasim
’in aynı adla yazdığı
Şehir Mektupları
’yla (4 cilt, İst. 1912-13) kemale ermiştir.

Şehir mektupçuluğundan maksat, İstanbul’un gündelik hayatına dair ayrıntıların herkesin anlayacağı bir dille anlatılması ve dolayısıyla bu anlatımlarda, şehir hayatına dair problemlerin, güzelliklerin, ilginçliklerin, uyarıların ve övgülerin işlenmesi suretiyle, insan-insan, insan-toplum ve toplum-devlet ilişkilerine hak, hukuk ve düzen açısından yazılı katkıda bulunulmasıdır.

Bunu
gazeteciliğin vazifesi
olarak gören Basiretçi Ali Efendi, “Osmanlı Devleti’ni uzun süredir sarsan sosyal ve siyasi buhranları, devlet ve millet olarak Batı medeniyetinin gelişmesinde etkili olan esas amillere kayıtsız kalmamıza bağlar ve kötü gidişatın önünü alabilmek için de her şeyden evvel halkı eğiterek bilinçli bir toplum oluşturmak gerektiğine inanır” ve “işte bu noktada, asıl görevi, bulunduğu vatanla mensup olduğu milletin her türlü sıkıntısını dile getirmek ve bunlara çözüm üretebilecek fikirler ileri sürmek olan gazetelere büyük sorumluluklar” yükler.

Basın tarihimizden bakıldığında, kimi ünlü yazarların şehir mektupçuluğunu sevdiklerini ve sürdüklerini görürüz. Ancak tıpkı edebiyatın gazetelerce geriye itilmesindeki gibi şehir mektupçuluğu da zamanla geriye itilmiştir. Yine de onun itilmesi muhteviyat (öz) olarak değil form yönünden gerçekleşmiştir. Çünkü, bir gazete neticede gündelik kayıtları tutmak ve dolayısıyla zikrettiğimiz şehir mektupçuluğu tarzında olmasa da benzeri tarzlarda bunu sürdürmek zorundadır.

Nitekim, söz konusu değişim süreci içerisinde gazetelerin sosyete-moda, Cumartesi ve Pazar ekleri şehir mektupçuluğunun yerine oturmuştur. Fakat bu eklerin kapitalist işleyiş içinde reklama boğulmaları yüzünden, yerini aldıkları şey daha da aşırı değer kaybına uğrayarak deyim yerindeyse ayağa düşmüştür.

Yine de manada, aynı zamanda edebiyatçı, aktivist olan kimi gazete yazarlarının şehir mektupçuluğuna bitişik duran malum ve maruf gayretlerini inkar etmek insafsızlık olur.

Örneğin, onlardan
Mustafa Kutlu
,
İbrahim Tenekeci
ve
Sibel Eraslan
... aklıma hemen geliveren ilk isimlerdir.

Kutlu Ağabey ile Tenekeci’nin ilgili yazıları bu gazetededir ve mevcutları her daim okumanız için elinizin altındadır.

Sibel Eraslan’ın ilgili yazılarından ise, yakın tarihte yayınlanan
"Fatih Camii’nin Servilerinde Kimler Ağlıyor"
başlıklı yazısını özellikle zikretmek isterim.

“Arkadaşlarımız gitti... Ağaçlarımız kesildi... Cennetimiz kaçtı... Nasıl ağlamayalım. (...) Cennet telmihi ağaçların, Fatih Camii mimarisinin ayrılmaz bir parçası olduğu gayet açık. (...) İnşaat Mühendisleri Odası'nın çınar ağaçlarının köklerinin toprak altındaki suyu emerek mimari dayanıklılığı artırdığına dair yazıları da var. Peki öyleyse niçin kesildi cennet nefesli o ağaçlar...” diye soruyordu o yazısında Eraslan.

Bunlardan hareketle şehir mektupçuluğu planında söyleyebileceğim son şey şudur:

Evet, şehir mektupçuluğu ilk şekliyle öldü ama
sorumluluk sahibi kimi yazarların hayata, insana, eşyaya dair rikkatleri ve onları paylaşma gayretleri ölmedi
henüz.

Yaşayan şey, halen umuda dair ve dahil olan şeydir.

#Mektup
#Kitap
6 yıl önce
Şehrin mektupçuları
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim
Columbia’da ‘Filistin’le Dayanışma Çadırları’