|
yahya kemal, ziya gökalp’i anlatıyor...
1908 meşrutiyeti îlân edildiği zaman fecir kuşları gibi, paris'e ilk gelen türkler arasında selânik'ten gelmiş bir doktor ali âgah vardı; yeni fikirlere meraklı bir gençti.. inkilâbın patırtılı hadiselerinden ve patırtılı adamlarından ziyâde meydana atacağı fikirlere dikkat eden nâdir insanlardan biri idi.. o günlerin baş döndürücü galeyanları arasında diyarbekir'den selânik'e gelmiş, oraya yerleşmiş ve etrafına garip bir lehçeyle bir takım yeni fikirler söylemeğe başlamış olan ziya bey'in adını, bana ilk defa paris'te samîmî ve sâkin bir hayranlıkla, bu genç haber verdi.. bu gencin haber verdiği insana ve ondan lime lime naklettiği fikirlere ilk vehlede (ilk anda) hayret ettim.. ziya bey'in henüz, ne nesir ve ne de nazım, hiç bir yazısını görmemiştim; lâkin bir râvi (rivayetçi) ağzından işittiğim ilk fikirleri bana havârî olduğu hissini verdi.. onun, iki asır evvel almanya icinde almanlığı keşfeden “leibniz" gibi, osmanlı imparatorluğu içinde türklüğü keşfeden bir adam olduğundan şüphelendim..

paris'te uzun süren gençlik hayatımı kapayıp'ta istanbul'a döndüğüm zaman garip bir tesadüf olmak üzere, daha dostlarımı görmeden evvel, bâbıâlî caddesinin kaldırımı üstünde paris arkadaşım doktor nâzım bey'le karşılaştım.. yanında şişman, değirmi yüzlü, hâl ve şânı taşralı ve çocuk gibi mahçup biri vardı.. saint simon, en öz ve en hassas bir şâir olan racine'i tarif ederken söylüyor ki, racine'in şâir olduğunu belli eden hiçbir hâli yokmuş; ziya bey de tıpkı böyleydi.. doktor nâzım bey; beni ona tanıttı: “sana paris'ten gelmiş eski bir türkçü takdim edeyim, konuşunuz ve anlaşınız" dedi.. ziya bey pek ziyade sevindi.. cağaloğlu'na doğru hem yürüyor, hem de konuşuyorduk.. lâkin ben artık doktor nâzım bey'in abdülhamid devrinde, paris'deki muhitimizde, tanıdığı müfrit türkçü değildim, hayâlini türkçülüğe ilk kaptıran her türk'ün gördüğü tûran rüyâsından uyanmıştım.. ırk birliği gibi ve saf menşe'lerimize rücû gibi ilk şedîd arzularımız bahsinde uslanmıştım.. kendi vatanımızın o zamanki hududları içinde bir türklüğe, râzı olmuştum..

bin yıl evvelini kabbettarih (tarih öncesi) sayarak, bin yıldanberi kökleştiğimiz anadolu ve rumeli topraklarında daha küçük mikyas'ta bir türkçülüğe meyletmiştim.. o vakitki tâbiri ile, bir osmanlı türklüğü arzû ediyordum.. ziya bey'e benim uslanmış düşüncelerim dar ve tatsız göründü.. mamâfih, çok samîmî bir lisanla sık sık görüşmemizi istedi.. gerek siyaset, gerek san'at telâkkîlerinden başka muhitlerimizin de farkı yüzünden bu ilk mülâkat'tan sonra senelerce görüşemedik..

balkan harbin'den sonra türkçülük, istanbul'da galeyanlı ve heyecanlı bir sene geçiriyordu.. ocaklar, dernekler, yurdlar, mecmuâlar, bir tekevvün (oluşma) devrinde olduğu gibi kaynaşıyordu.. ben bütün bu hareketlere uzak yaşıyordum.. hattâ bâzı gençler arasında muârız bir türkçü telâkkî

ediliyordum.. hareketi sevkedenler arasında yalnız yusuf akçura bey' den bir teveccüh görüyordum.. o sıralarda orhan seyfi ve enis behiç gibi yeni türk şiirinin mümessilleri, neşrettiğim derme çatma birkaç eserdeki lisânı ve zevki ziya gökalp'in, bütün ayrılıklara rağmen, pek ziyade beğendiğini ve gençlere nümûne olarak gösterdiğini söylüyorlardı.. ziya gökalp bu teveccühünü, hiç görüşmediğimiz halde, dârülfünûn müderrisliğine intihâbedildiğim sırada tekrar gösterdi.. istanbul dârülfünûnu'na, maateessüf en değerli bir baş olan yusuf akçura bey müstesna olmak üzere bir kaafile türkçü müderris ve muallim girmiştik.. ziya bey'le senelerce yakın arkadaşlığımız bu zamandan başladı..

kendi ailesiyle geldikten başka, milli fikirlerin başında çalışan diğer arkadaşlarımızı da aileleriyle beraber büyük adaya sürükledi. orada muayyen kafalardan bir muhitimiz oldu..

ziya bey ilmi, yirminci asırdaki telâkkisiyle anlamış ve benimsemiş bir adamdı.. sokrat'tan bergson'a kadar süzülen felsefeyi tam bir kudretle kavramış, derinden derine hazmetmiş, o yükün altında bunalmamış, berrak bir dimağ sahibi idi.. anladığını, hakikaten anlamış insanlar gibi, kolay, bâriz şeffaf ve ihtiraslı bir halde anlatırdı.. kafası ile ilme ve fikir silsilelerine bağlanmıştı.. havaiyata, tabiata dair dereden tepeden konuşmak nedir bilmiyordu.. her kelime ve her hadise onda bir fikir zincirini uyandırırdı.

arkadaşları,hepimiz onun nazarında birer mevzu idik.. şevkli zamanlarında içimizden birini, ya beni, ya fuad'ı (köprülü), ya celâl sahir'i tercihan hamdullah suphi, yahut ta ağaoğlu ahmed'i parmağına dolar, kızdırır, tasniflerin ağı içine alırdı.. bu saatler en eğlenceli saatlerimiz olurdu.. fâzıl ahmed'le konuştuğu bir gün fuad'a diken ucuyla dokunmak için “köprülüzade cehd adamı, yahya kemal'de vecd adamı" demişti. bana tariz etmek istediği bir gün kafamı tarihin zevklerine kaptırmamı vesile saymış, “harâbîsin, harâbî değilsin gözüm mazîdedir âtî değilsin" demişti.. irticâl dedikleri nâdir tesadüfün sevkiyle “ne harâbî ne harâbâtîyim, kökü mâzîde olan âtîyim" diye cevap vermiştim..

söylenecek birçok şeyi, dar hacimli bir yazıya sığdıramamanın sıkıntısını yaşarken, milletimizin bu iki güzide evlâdına ulu yaratıcıdan rahmet dileyelim aziz okuyucularım..

bir tebrik bir teşekkür:

- genç edebiyatçılarımızdan ahmet duran ile genç maliyecilerimizden sacide diri'nin 22 ağustos 2015 tarihinde icra edilen nikâh töreni ve düğün şenliğini kutlar, kendilerine ebedî saâdetler dilerim. O.A.

- yaş günümüzü tebrik etmek nezaketinde bulunan fatih belediyesi başkanı sayın mustafa demir'e içten teşekkürlerimi sunarım. O.A.
#meşrutiyeti
#paris
#yusuf akçura
9 yıl önce
yahya kemal, ziya gökalp’i anlatıyor...
Şeyh Muhyiddin’den seçilmiş sözler
Örtünme, ziynet ve giysiler
Tüketiciyi aldatanlar korunuyor mu?
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek