|
Dünya beşten büyük müdür?

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Hindistan ziyaretinde yine “Dünya beşten büyüktür” dedi. Erdoğan şöyle devam etti: “BM'nin özellikle de Güvenlik Konseyi'nin yapısının bir an önce reforme edilmesi şarttır. Örneğin dünyanın önemli ülkelerinden 1 milyar 310 milyon nüfusa sahip olan Hindistan'ın içinde olmadığı bir Güvenlik Konseyi'nin sağlıklı bir yapıya sahip olduğunu kim iddia edebilir. 1 milyar 700 milyon nüfusa sahip olan İslam dünyasının temsil edilmediği Güvenlik Konseyi ne kadar adil olabilir? Şu anda geçici üyelerin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde bir değeri var mı? Yok... Dönüşümlü bir Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ne ihtiyacımız var. Hepsi daimi üye olacak.”



Erdoğan bu cümleleri sürekli kuruyor, gittiği hemen her ülkede BM'ye sesleniyor. Haksız da değil, kabul edelim ki, dünyanın mevcut düzeninde Doğu ve Batı arasında hegemonik bir ilişki biçimi var. Batılı karar veriyor ve bu kararlar, güneyiyle kuzeyiyle, doğusuyla batısıyla tüm dünya için geçerli oluyor. Dünyanın düzeninde temelde ikili bir karşıtlık var, aslında ondan çok, Doğu'nun Batı tarafından ikincil bir statüde değerlendirilmesi var. Bu ikincillik ve alt statü durumu da, Doğu'yu kendini ifade edemeyecek hale getiriyor.



Bununla birlikte “Dünya beşten büyüktür” cümlesi Hindistan'da kurulduğunda ve o cümlenin çağrıştırdıkları Hindistan'ın tarihiyle ilişkili olarak düşünüldüğünde, anlam katmanlaşıyor. Nitekim Hindistan, Güney Asya'nın pek çok irili ufaklı ülkesiyle birlikte 1600'lerin başından, 1900 ortalarına dek yaklaşık 250 sene ticari şirket faaliyetleri adı altında İngiliz sömürgesinde kalmış devasa bir toplum. Elbette bugün, dünyada açık ve somut bir sömürge düzeni sürmüyor, ama baktığınızda Batı'ya oranla ikincil durumda bulunma, sözünü ve sesini yükseltememe hali tüm ağırlığıyla sürüyor.



Çünkü, tıpkı daha önce Batı sömürgesi olmuş diğer Doğu ülkeleri gibi, Hindistan'ın da bağımsız bir devlet olarak varolma, kendi kaderini belirleme, kendi kültürünün karakterini ifade etme süreçleri, Batı'da yaşanan ulus-devlet olma süreçlerinden farklı gelişmedi. Olsa olsa bir kopyala yapıştır durumu ortaya çıktı. Bu nedenle de, Batılı toplumlar imparatorlukların bitip yeni devletler olma süreçlerine uyum sağlama konusunda “kültürel olarak donanımlı” (aydınlanma, endüstri devrimi ve ilerleme fikri nedeniyle) oldukları için sorun yaşamamışken, doğulu toplumlarda iş böyle gelişmedi.



Sömürge olmaktan kurtulmuş Doğulu toplumlar, kendi toplumlarının geriliğini Batı Avrupa tarafından ortaya konulmuş belirli evrensel standartlara göre ölçtüler. Onların milliyetçiliği de aydınlanmayla ortaya çıkanların tıpkısının aynısı oldu. Ancak anlaşılmayan şey şuydu: Bu standartlar yabancı bir kültürden geliyordu. Ve toplumun atalarından miras olarak taşıdığı kültürü, o ilerlemeci Batılı kültür standartlarına ulaştıracak uyumlulaştırma manivelası taklit edende mevcut değildi.



Bu manivelanın olmayışı, toplumun doğal olmayan yollardan dönüştürülme arayışlarına yol açtı: Toplumu kültürel olarak yeniden donatma projelerine kapı aralanmış oldu yani. Bu arada söylemek gerekir ki, tarihi boyunca sömürge olmadığı halde, ulus kurma süreçlerini tıpkı sömürge ülkeleri gibi geçiren tek ülke de Türkiye'dir. O yüzden tıpkı Hindistan gibi, Türkiye de, derin çelişkiler içindedir, çatlaklar ülkesidir. Hindistan'ın sömürge sonrası kurucu ideali nasıl ki, taklit ettiği Batı'ya karşı hem taklitçi hem düşmanca hisler içindedir, Türkiye de öyledir. Kendi milliyetçilik serüveninde yabancı kültürlerin standartlarını benimsediği için taklitçidir; ama aynı zamanda reddiye de içerir, çünkü milliyetçiliğin diğer adı da –söz konusu taklit edilen olsa bile- kendini ötekine karşı konumlandırmadır. Bu ülkelerde, yeni ulus yaratma yolunda adım atılan ülkelerde, “kültür şekillendirici unsurlar” ile “şekillenmesi gereken kültüre sahip unsurlar” olarak ikiye bölünür. Yapay olmayan sınıflara eklenen, yeni yapay sınıflar da böylece ortaya çıkar. Tıpkı Hindistan'daki gibi, tıpkı Türkiye'deki gibi…



Yani, Doğulu ülkelerde, hele de sömürge ülkelerinde, sömürgecilikten kurtulma ve bir devlet olma yolunda ortaya konulan ya da ortaya çıkan milliyetçilik; irrasyonel, dar, nefret yüklü ve yıkıcı bir mahiyete bürünür. Ruanda'da kafatası ölçümü nedeniyle 1 milyon kişinin ölmesinin de, Hindistan'ın kendisi İngiltere'yi ülkesinden kovana kadar yüzyıllar boyunca zulüm görmüşken Keşmir'deki Müslümanlarla çatışmaya devam etmesinin de, Türkiye'nin “kültür şekillendiricileri” ve “kültürü şekillenmesi gerekenleri”nin mücadelesi nedeniyle hiçbir zaman iç barışını sağlayamamış olmasının da, nedeni budur…



Sonuçta, hepsi ayrı ayrı kendi çıkarlarını gözeten devletler olmasına rağmen Avrupa ülkeleri liderleri Papa'nın dizi dibinde terbiyeli çocuklar gibi el pençe divan durur pozisyonda poz vermekten zerre gocunmazken; Doğu'nun bırakın Hindu-Müslüman dayanışmasını, bırakın din ve ırk farklıyken barış içinde yaşamasını; aynı ırktan aynı dinden olduğu halde, sırf mezhepleri farklı diye birbirini yemesi diye bir gerçeklik var.



Erdoğan, Batı hegemonyasına karşı; din, dil, ırk ayrımı yapmadan Doğu'nun madunlarına yöneliyor ve birlikte ses yükseltme çağrısı yapıyor, ama bu çağrı kalabalık olan ama etliye sütlüye karışmayanlarda ne kadar karşılık bulur, emin değilim doğrusu…


#Cumhurbaşkanı Erdoğan
#Hindistan
#Dünya beşten büyüktür
7 yıl önce
Dünya beşten büyük müdür?
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi