|
Hep aynı nakarat: Halka rağmen halk için

Hollanda'da Bakan Fatma Betül Sayan Kaya'ya reva görülenler, uzun süre gündemde kalacak gibi gözüküyor. Ama Hollanda'nın, Rotterdam'da Bakan'a destek olmak için toplanan Türk protestoculara uyguladığı köpeklerle saldırmak dahil insanlık dışı muamele, inanılması güç bir nefreti gözler önüne sermesi ve hafızalarda uzun süre kalacak manzaralar oluşturmasıyla çok daha çarpıcıydı. Nitekim sonradan öğrendiğimize göre, bacağının köpekler tarafından parçalandığını gösteren fotoğraflarla Hollanda gaddarlığının sembolü haline gelen Hüseyin Kurt, sadece köpeklere yem edilmemiş, boynu da kırılmış.



Almanya'da yaşayan milyonlarca Türk'ün sadece 13 noktada oy kullanabilecek olması, -yani seçme hakkının neredeyse kısıtlanması-, Avrupa'nın hemen hiçbir noktasında “Evet” kampanyalarına geçit verilmezken “Hayır” kampanyası yapanlara imkanların sonuna kadar açılması, Bakana destek için Rotterdam'da gösteri yapanlara yönelen orantısız şiddetin gösterdiğiyle aynı gerçekliği işaret ediyor: Avrupa'nın öfkesi, sadece Erdoğan'ı ve O'nun ekibini kapsamıyor, O'na oy verecek olanlara da yöneliyor, giderek Türk halkının tamamını içine alacak şekilde büyüyor.



Nitekim ırkçı lider Wilders'ın “Erdoğan'a oy verenler Türkiye'ye gitsin” ve benzeri meydan okumalarıyla, Erdoğan'a oy verdikleri gerekçesiyle Türklerin vize serbestliğine karşı çıkmasıyla, sadece kendisini bağlayan laflar etmiyor, aslında bir kesimin duygularına tercüman oluyordu. “Irkçılık neden salgın bir hastalık gibi yayılır ve sonunda savaş, kan, ölüm anlamına gelir?” sorusunun cevabı burada, ama ben işin başka bir tarafındayım.



Çünkü Türkiye tecrübesi de -bu bağlamda- çok farklı değil. Nitekim Cumhuriyetimizin tarihi, halkı yola getirme denemelerinin tarihidir. En başından bu yana bu topraklarda halk, geleneğin giysilerini çıkarıp; aklın, rasyonalitenin, bilimin, uygarlığın giysilerini giymesi gereken bir yığındır. Kördür ve yol göstericilere ihtiyacı vardır. Halk kültürü, batıl inançlar, kaba, rafineleşmemiş, irrasyonel yaşam tarzları açılarından geleneği temsil etmektedir. Ve Cumhuriyet kadroları Cumhuriyet kurulduğundan bu yana halka bilgi götürme, gözleri batıl inançla kör olanlara net bir görüş sağlama, cahil kesimlere bilgelik kazandırma, karanlıktan ışığa çıkarma, cehaletten bilgeliğe ulaştırma amacıyla politikalar geliştirenlerden oluşmuştur. Bu durum, bu ülkede yaşayan dindarların neden hep “şanssız olagelmiş” kitleleri oluşturduğu, en çok siyasette görünür olan bu ayrışma sonrasında neden en çok “müdahale gören” alanın siyaset olduğunu açıklıyor.



Ama çoğumuzun bilmediği şu: Sözkonusu durum sadece Türkiye'ye özgü değil. Fransız Devrimi ve Aydınlanma Batı'da vuku buldu; “soyluların ve Kilise'nin devrilip, yerine halkın yönetime gelmesi” olarak tanımlandı. Ama halkı küçümseme ve onu akla, bilgiye davet edilmesi, yola getirilmesi gereken yığınlar olarak görme anlayışı da aynı Aydınlanma'nın ürünü ve sonucudur. Seçkinlerin, toplumun üyelerini birer böcek gibi görme eğilimi de, erken modern çağlarda başlayıp günümüze dek uzanan Batılı bir elit geleneğidir.



Tuhaf ama gerçek; Rousseau'dan Diderot'ya, Voltaire'e dek aydınlanmanın ateşli savunucularının halk hakkında kurdukları cümleler bir yana; sırf modern devletlerin ve o devletleri yöneten elitlerin, ulusal eğitim politikalarıyla bile halka “kuralları ve itaati öğretme” misyonu ve arzusunda oldukları açıktır. Dolayısıyla, Hollanda'da ya da Avrupa'nın hemen her ülkesinde yaşanan duruma bakıp da “hani seçimlerdi, hani halk egemenliğinin üstünlüğüydü, hani demokrasiydi, hani bunlar Batı'nın değerleriydi, n'oldu?” diye dövünmeye gerek yok. Çünkü, Aydınlanma, halkın sadece efendisini değiştirmiş, efendilik pozisyonunu Kilise'den ve Tanrı'dan alıp, doğaya, akla, bilime, rasyonelliğe vermiştir. Modern bilimsel ilkelere göre değil; geleneğe ve kendi öngörüsüne bağlı kalan, rasyonel ve uygun fikirleri geliştirmeyen kitleleri de daima küçümsemiş ve aşağılamıştır. Bu görüşe göre, halk kendi kaynaklarıyla baş başa bırakılmamalıdır. Halk, kendi kaynaklarıyla baş başa kaldığı takdirde, kendi birikimleri ve tutkularıyla kendisini yönlendirdiği takdirde; nefret uyandırıcı, itici ve toplumsal açıdan zararlı eğilimlerin taşıyıcısı olarak sorunsallaştırılır.



Sözün özü, Kilisenin ruhban sınıfı da, Ortaçağ'ın astığı astık kestiği kestik teokratik devleti de yok olmadı, sadece biçim değiştirdi. Biri aydınlanmanın entelektüellerine, diğeri modern devlete dönüştü. Ama işlevleri hep aynı kaldı. Hollanda'da yaşanan ve Ortaçağ vahşetini aratmayan görüntülerin bu kadar kolayca meşrulaştırılabilmesinin altında yatan gerçek biraz da budur…



Oysa egemen sınıflar ve düzen yandaşlarının tarih boyunca öğrenemediği bir realite var: Yola getirilmek istenenler asla yola gelmez, bilakis kendi yoluna, kendi ipine, aşağılanan geleneğine daha da çok sarılır. Yüzyıllar boyunca öğrenilememiş bu gerçek, ne zaman idrak edilir ya da idrak edilebilir mi, bilemem. Ama şurası kesin, bir ilerleme olacaksa, o ilerleme ancak toplumu adam etmeye çalışmaktan vazgeçildiğinde olacaktır.



“Evetçiler” de, “hayırcılar” da bunu bilmeli…


#Hollanda
#Fatma Betül Sayan Kaya
#Anayasa referandumu
7 yıl önce
Hep aynı nakarat: Halka rağmen halk için
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’
Jeopolitik sürpriz: ABD, Rusya ve İsrail nasıl anlaştı?
Nazlı seçmen günlerinde siyaset