Sosyolojide de bu netameli alanda hatırı sayılır tezler vardır. Gramsci'den Althusser'e, Laclau'ya kadar… Buna göre, sivil toplum ve devlet arasında varolan çatışmanın kazananı her zaman “egemen olan” yani devlettir. Çünkü egemen sınıfın çıkarları, topluma “evrensel çıkarlar” olarak gösterilir ve rıza üretilir. Savundukları konuları bir “ortak iyi” örneği olarak entelektüel, kültürel ve moral olarak meşrulaştıran ve toplumun rızasını üretenler, sadece medya mensupları ile sınırlanmaz, rıza medya mensuplarının da içinde bulunduğu organik aydınlar eliyle üretilir. Gramsci'ye göre bu kişiler devlet ideolojisinin, yani egemen sınıfın çıkarlarının toplum nezdinde meşrulaştırıcıdırlar. Günümüzde bu grubun en etkin ve geniş kesimini ise medya mensupları oluşturur.
Organik aydınların hedefi, hegemonik söylemi ya da egemenlerin ideolojisini toplumun görece alt sınıflarına benimsetmek olmalıdır. Öyle ki, geniş kitlelerin, hakim sınıflara ait moral ve kültürel değerleri, ilişki kodlarını ve dünya görüşlerini içselleştirmeleri gerekir. Egemen olanın sosyal mantığı toplumun tamamı tarafından sindirilmeli ve benimsenmelidir. Konsensus ancak böyle varolur: hem toplumun razı edilmesinin, hem de devlet şiddetinin eşit oranda karışımıyla… Eğer ortak rıza yoksa, sadece “zor” varsa, bunun adı konsensus olmaz, o devlet de demokrasi sayılmaz.
Bu okumayla Cumhuriyet tarihine baktığımızda gördüğümüz, toplumun hiçbir zaman ikna edilemediği. Türkiye Cumhuriyeti ideolojisinin sadece zora dayalı bir hegemonyayı tercih ettiği ya da etmek zorunda kaldığı. Bu durumda Tayyip Erdoğan'ın neden müesses nizamı temsil eden Hürriyet ve benzeri medya kuruluşlarına ve aydınların yaygın “irtica” söylemlerine rağmen Türkiye'de, gümbür gümbür iktidara yürüdüğü ve 15 yıldır ne denenirse denensin indirilemediği anlaşılır.
Oysa Türkiye için geçerli bu açıklama, küresel çapta, özelde medyanın ve genelde aydınların, entelektüellerin neden ciddi bir itibar kaybına uğradığı; “demokrasi” gibi, “çok kültürlülük” gibi, “farklı olana tahammül” gibi sadece egemenlerin değil geniş yığınların da çıkarına olacağı düşünülen kavramlarla bile küresel toplumun ortak rızasını üretemediği sorusunun cevabını vermiyor. Trump gibi bir ırkçının nasıl olup da seçildiği, Brexit gibi ulus-devlete geri gidiş anlamına gelecek adımların nasıl olup da post-modern toplumlarda kabul görebildiğini izah etmiyor. Avrupa'da neden daha çok demokrasinin değil, daha derin ırkçılığın yükseldiğini söyleyemiyor.
Bendeniz, medya ve aydınların, hem Türkiye'de hem de küresel ölçekte yıllar boyunca cepten yediğini düşünüyorum. Savundukları değerler temelde doğru olsa da, bu değerleri değil, egemenlerin çıkarlarını sonsuzca korumaya memur hissettikleri için, itibarları bugün yerde sürünüyor. Nitekim, haber üretecek ya da haber iletecek tek kanal artık sadece konvansiyonel medya değil…
Sosyal medyaların, Arap isyanlarında ne kadar da “önemli” bir rol oynadığı yıllarca ballandıra ballandıra konuşuldu/övüldü ama aynı sosyal medyalar, Batı'da da hem haberin, hem de kanaatin özgürleşmesini sağladı. Geldiğimiz noktada, medyanın rıza üretme rolüne de çelme takmış oldu. Konvansiyonel medya asli görevine sadece haber vermeye dönmediği ve “gerçeği sadece gerçeği” söylemediği müddetçe de, böyle olmaya devam edecek sanırım… Geçmiş olsun.