|
Mandela"nın sevilişi

Mandela"nın ölümü günlerdir Batı basınındaki en büyük ve en üzüntülü haber. Guardian"ından tutun Times"ına, New York Times"ınden, Washington Post"una, ulusal yayın yapan TV ve radyolardan, yerel olanlarına dek heryer, Mandela hakkında Mandela"nın sözleriyle yarışacak denli derin ve düşünülmüş, bilgelik aforizmalarıyla dolup taşıyor.

2008 yılına dek ABD"nin terör listesinde kalmış birinin, ABD"de de yayınlananlar başta olmak üzere tüm dünya basınında saygın ve ağırbaşlı temsili, ilginç tabi. Bu ilgi "kör ölür badem gözlü olur" savsözüyle açıklanabilseydi bile, ölen liderle bir illiyet bağının olması şart olurdu. Kaldı ki, öyle bir durumun olduğunu gösterecek hiçbir emare yok, apaçık ortada ki, Batı basını Mandela"yı çok sevdi. Peki, ama bu sevgi nereden esti?

Mandela"nın öldüğünü ilk duyduğumda gözümün önüne gelen ilk manzara; iki yıl kadar önce ziyaret etme imkanı bulduğum, Senegal"in başkenti Dakar açıklarındaki Goree Adası"ydı. Yazmışımdır, Goree, Amerika kıtasına köle olarak satılan Afrikalıların, gemilerle transfer edilme noktası, kaçmaya çalışanların köpek balıklarına yem olduğu, korkunç işkencelerden geçirildiği insanlığın utanç mekanıydı. Heyete rehberlik eden kişi, bir kısmının yolda ağır koşullar ve açlıktan öleceği yaklaşık 50 milyona yakın Afrikalının buradan Amerika"ya peyderpey gönderildiğini söylemişti. Sonra Afrika"da gördüğüm, üç ülkenin (Nijer, Gabon, Senegal) üçünde de anadilin Fransızca olması, sömürgeci Hollandalıların kafatası ölçümüyle bir ülkenin insanlarını "sen Hutu"sun, sen de Tutsi" demek suretiyle kabak gibi ortadan ikiye bölerek ırkçılığın ateşini yakması ve 1990"ların ortasında 1 milyon kişi birbirini keserken son uçağa atlayıp ortadan kaybolmasını anlatan Hotel Ruanda filmi, Kongo"nun efsanevi lideri Lumumba"nın öyküsünü anlatan, CIA"in başrol oynadığı aynı adlı sinema filmi, Kanlı Elmas ve diğerleri...

İkrar eden sadece filmler değil elbette, hepimiz biliyoruz, beyaz adamın Afrika"da yaptıkları; bildiğimiz ortalama sömürgeleştirme süreçlerinden çok farklı tezahür etti. O kıtada yaşananlar, "dışarıdan yönetmek için gelen yabancının, bir yandan toplum olarak birlikte yaşama pratiklerine bir biçimde/az ya da çok etki ederken, bir yandan sömürge devletinin soğuk biçimde tanımlayıp içermeye çalıştığı mağdurlar yaratırken, öte yandan ülkenin maddi kaynaklarını sömürmesinden" ibaret olmadı.

Bu da kendi başına yeterince kötüydü, ama Afrika bizzat kaba kuvvetle, hiç de rol yapmaya gerek duyulmaksızın, insanlar ikna edilmeye çalışılmaksızın, yüzlerine gülerek ellerindekini almaya filan hiç gönül indirilmeksizin ve hiç de insanların insan olduklarına bakılmaksızın, aşağılana aşağılana; dövüle dövüle sömürgeleştirildi.

Güney Afrika Cumhuriyeti"nde 90"lar ortasına kadar uygulanan ve bugünden baktığımızda "İnsan insana bunu nasıl yapar?" dedirten Apartheid rejimi, apaçık renk ve ırk temelli olarak beyazların üstünlüğüne dayalı; beyaz azınlığın siyah, melez, Hintliler, Malaylar ve diğer renkteki ırkların ve milletlerin aynı bölgelerde yaşamamasını; birbirlerinin bölgelerine geçmemesini; birbirleriyle evlenmemesini; aynı otobüslere binmemesini, aynı parklarda, banklarda oturmamasını ve benzeri ortaklıklar kurmamasını yasa marifetiyle öngören beyazların kayıtsız şartsız üstünlüğü tezi üzerine kurulmuş ırkçı, renkçi bir azınlık rejimiydi. Aslında hala öyle.

Bugün, Mandela"nın "bilgeliğe dönüşmüş masumiyeti"ne yapılan vurgu; O"nun kendi hayat deneyiminin, O"nu ahlaki değerleri ve umudu korumakla sınırlandırdığı ve zaten kişilik olarak da meyilli olduğu bir göreve, "uzlaşı"ya götürdüğü fikri üzerine döşenen analizler; Batı"nın Afrika"ya yaptıklarının çok az bir kısmının karşılığını verdiği/verdirdiği için Mandela"yı bu derece yüceltiyor gibi gözüküyor. Çünkü Mandela, aşağılandıkça, ne yapacağı kestirilemez, denetlenemez hale gelen bir topluluğun, tanımını ve sınırlarını belirleyen, oyunu az çok kurallarına göre oynayan ve muhatap alınabilecek ölçüde öngörülebilir lideriydi. Çünkü Mandela, çok zor şartlar altında bir bağımsızlık mücadelesi yürütürken, bir zamanlar yönettiği şiddetten vazgeçmesini bilmişti. O"nun eşitlik talebi; Batılı olana karşı "farklılığını" ortaya koyarken, sömürge süreçlerindeki klasik hastalık olan "düşmanına benzeme" arzusundan da vazgeçmemiş bir görüntü vermesiyle, diğer "kaka" terör örgütü liderlerinin talebinden farklılaşıyordu. Zira benzeme arzusu, sömürgeci sınıfın farklılığını ve üstünlüğünü onaylamak kadar sürekli inşa etmek ve korumak anlamına da gelir. Ama belki de, o kadar açık, derin, büyük ve korkunç bir ayrımcılığa, dışlamaya, haksızlığa uğradıktan sonra; bu asla ikrar edilmese bile eşitlik hayalinin bile sömürgeleşmesi kaçınılmaz sondu, bilemem.

Dolayısıyla Mandela"nın Batı"da bunca sevilişi, Guardian"ın başyazısında da denildiği gibi; "kısa süreliğine sürdürdüğü gerilla liderliğinde amatör" oluşuyla, karşılıklı ölüp-öldürmekten ziyade uzlaşı çabasıyla ilgili olmalı. Bunca aşağılanmanın karşılığı uzlaşı arayışı mı olmalıydı, diye öfke duyanlar olabilir; ama Mandela"nın mücadele stilinin, Güney Afrika"da hala dibine kadar yaşandığı söylenen ırkçılığı en azından yasal olarak sona erdirebilecek belki de tek yol, herşeyin karşılıklı saygı (!) izleğinde ilerlemesinin belki tek çıkış olabileceği ihtimali yüksektir.

Sonuç, beyazlarca da siyahlarca da çok sevildi, toprağı bol olsun, diyelim.

10 лет назад
Mandela"nın sevilişi
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi