|
Sansasyon siyaseti kötüydü, çatışma siyaseti berbat!

Seçime hazırlanan Almanya’da, Merkel ve Shutz’un TV’de yaptığı düelloda Türkiye konuşuldu. Haberlere bakılırsa iki siyasetçinin karşılaşmasının ağırlık noktası bizdik. Karşılaşmada Merkel, Türkiye’ye ekonomik baskıyı artırmak istediğini söylerken, Schulz başbakan olması durumunda Türkiye ile Avrupa Birliği müzakerelerini keseceğini belirtti.

Aklıma, Amerikan Başkanı Trump’ın seçim vaatleri geliyor. Kadınlara karşı ayrımcı, kaba saba, Müslümanlara yönelik ırkçı tavırlar içine girerek, Meksika sınırına duvar örmeyi vaat ederek kazandığı seçimi hatırlıyorum. Siyaset yapma biçimi konusunda uzun zamandır düşündüğüm şeyler, bir kez daha tescilleniyor: Küresel dünyada siyasetçilerin iktidara gelmesi de, gitmesi de “gösteri” üzerinden ve sayesinde oluyor.

Türkiye’deki iktidar ve muhalefeti bu analizin dışında bırakarak dünya siyasetine baktığımda; gördüğüm şey tam bir siyasi kriz. Çünkü, siyaset 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, daha önce olduğundan daha farklı icra ediliyordu. Ama 2000’li yıllardan itibaren bambaşka bir hal aldı. Artık, iktidarı ele geçirme ve onu koruma stratejileri eskisi gibi değil; çünkü siyasetçiler eskiden olduğu gibi toplumun genel çıkarları için değil, çatışan çıkarlar üzerinden siyaset yapıyor. Bu da, hem toplumsal parçalanmaya neden oluyor, hem de aynı toplum içinde aynılaşmalara, gettolaşmalara ve cemaatleşmelere neden oluyor.

2000’ler öncesi siyasette, siyasetçi hakkında önemli olan sadece iki kriter vardı; ilki siyasetçinin özel hayatı, ikincisi ise yolsuzluğa bulaşıp bulaşmadığıydı. Bunun nedeni de siyasetçinin arkasında artık güçlü ve kurumsal siyasi partilerin olmaması; onun sadece kendi kişiliğiyle ortaya çıkarak iktidara aday olmasıydı. Bu durum, kişiselleştirme sonucunu doğurduğu gibi; siyasetçiye karşı yapılan kampanyalar için de kişiliğe kara çalmayı ve böylelikle o siyasetçiyi yok etme stratejisini beraberinde getirmiş oluyordu. Clinton, özel hayatındaki uygunsuz ilişki nedeniyle 90’larda muhafazakar Amerika’da topa tutulmuş, onun öncesinde ise Nixon siyasi yolsuzluk skandalının kurbanı olmuştu. Biraz araştırıldığında Kore’den Japonya’ya, Fransa’dan İspanya’ya, Amerikan kongre üyelerinden İngiltere’ye dek, 19. yüzyılın 2. yarısından itibaren o kadar çok siyasi skandal olduğu görülüyor ki…

Bütün bunların nedeni toplumun dönüşümü, teknolojinin giderek yükselmesi, bu sayede bilginin hızla yayılmasıydı. Siyaset medya aracılığıyla yapıldığı için, sadece medyanın kabul edeceği şekilde sansasyonellik üzerinden değer buluyordu. Hayır, bu noktada, “medya siyaseti ve siyasetçiyi belirleyecek denli güçlendi, iktidarı ele geçirdi” ezberini tekrarlayacak değilim. Toplum ve siyaset dönüşmeden medyanın seçimlere etkisi, teknolojisi ne kadar yükselmiş olursa olsun sınırlı olurdu doğrusu.

Zaten, geçtiğimiz yıllarda küresel medyanın “karakter suikastına maruz bıraktığı” adayların seçimlerden birinci çıktığına defalarca tanıklık ettik (Trump, Erdoğan ve Putin gibi), hemen her modern toplum, haber ve yorumları medyadan alıyor, ama kararını bambaşka kriterleri de gözeterek veriyor. Zaten medyanın siyasetle ilişkisi de hep aynı kalmıyor, bazen giriftleşebiliyor. Mesela İtalya’da kendine ait medyası ve 3 TV kanalı bulunan Berlusconi’nin, aynı medyanın Berlusconi’yi soruşturan yargının yanında yer alması sayesinde iktidardan düşürüldüğü gerçeği, durumun karmaşıklığını anlatıyor.

Bu yüzden medya-siyaset ilişkilerini değerlendirirken basite indirgeyici olmamak gerekiyor. Ancak şu da bir gerçek: Teknolojinin ilerlemesi ve toplumun haber kaynağı olarak sadece bu teknolojiyi, yani elektronik medyayı kullanmak durumunda kalması sonucunda medya, siyasetin topluma ulaşabileceği, kendini ifade edebileceği tek alan oldu. Dolayısıyla da siyasetin tüm stratejileri, sözkonusu medya tarafından biçimlendirildi. Yani siyaset medyanın alanında kapalı kaldı. Bu, neredeyse suyun kendi yolunu bulması kadar etki edilemez bir doğallıkla oldu.

Böylelikle elektronik medyanın mantığı ve örgütlenmesi; siyaseti, siyasi örgütlenmeyi ve karar oluşturma süreçlerini de etkiledi. Bir kere siyasi mesajlar aşırı derecede basitleşti. Basitleşmeden kastım şu, ABD’de seçim tartışmalarının, kürtaj, eşcinsel hakları ya da bireysel silahlanma üzerinden yürümesi gibi. Üstelik bu fikirler Başkan adayının kendi şahsi görüşü gibi sunularak mesele kişiselleştirildi. Bu da çok medyatik bir durumdu. Medyada olumlu olanın değil, ancak olumsuz olanın haber değeri olduğu için, siyasette de olumsuz görüşler üzerinde durularak, rakibe zarar verici özel bilgilerin kullanılması gibi yöntemler işletildi. Yani siyaset 2000’lere kadar hep sansasyon üzerinden yürüdü.

Ama geldiğimiz noktada, siyaset artık özel hayat ya da yolsuzluklar üzerinden değil çatışma üzerinden yürütülüyor. Trump’ın seçimleri kazanması da, Avrupa’da yükselen Türkiye düşmanlığının da gösterdiği şey bu. Televizyonlar yine başrolde. Ama bu kez patlayan seks ya da yolsuzluk skandalları değil, çatışma. Siyasetçiler birbirleriyle nefret söylemi konusunda yarışıyorlar. Şimdiye dek birlik için siyaset yaptıklarını söyleyenlerin, ayrışmaya neden olmaları; şimdiye dek toplumun genel çıkarları için siyaset yaptığını söyleyenlerin, çıkar çatışmalarına ve çatışma siyasetine savrulmaları sahiden ilginç.

Bence yeni dönemde, küresel siyasetteki sorun iktidara gelmek değil; toplumun parçalanmış, birbirine kırdırılmış kimliklerinin ve kültürlerinin nasıl barıştırılacağı olacak.

Not: Yazı için Castells’in Enformasyon Çağı: Ekonomi Toplum ve Kültür üçlemesinin ikinci cildinden faydalanılmıştır.

#Seçim
#Almanya
#Merkel
#Türkiye
7 yıl önce
Sansasyon siyaseti kötüydü, çatışma siyaseti berbat!
Hakikat medeniyeti
Bin yıllık büyük oyun: Fars emperyalizmi ve Şiî yayılmacılığı (I)
Ayasofya’nın zincirlerinin kırılması, Türkiye’nin ruhunun kurtarılması
Efendimiz’in (sav) İtikâfı
Karaca Ahmednâme