|
Kaderin Avrupalı cilvesi

Yaşadığımız her olay sanki bir resim ve biz bu resimlerin birer parçasıyız. Bazen boya, bazen fırça, bazen tuval, bazen ressam, bazen çerçeve, bazen o çerçevenin asıldığı duvar... Boyası olduğumuzu zannettiğimiz resmin çerçevesi olduğumuzu fark ettiğimiz de olur, ressamı olduğumuzu düşündüğümüz resmin tuvali olduğumuzu fark etmediğimiz de. Kendi resmimizin fırçası olduğumuz uykusundan an gelir bir başkasının resminin eskizi olarak uyanırız. Sevdiğimiz bir insanın resminde pırıldayan bir güneş olmanın mutluluğu ile sarhoşken, bir de bakmışız ki bizi hiç sevmeyen bir başka insanın çerçevesini asmak için duvara çaktığı bir çivi olmuşuz, kafamıza aldığımız çekiç darbeleriyle atıyoruz akşamdan kalmalığımızı.



Kader bu, hangi cilve ile ne zaman nasıl tecelli edeceği belli olmaz. Kendi resmimizi tamamlamak için çıktığımız yolun sonunda bir başkasının resminin basit bir fırça darbesi olarak yok olup gidiş de kaderin cilvesine dâhildir, bir başkasının resminde silinmesi unutulmuş küçük bir yanlış olarak kalmak hayali kurarken en muhteşem galerinin başköşesini süsleyen bir tablo oluvermek de…



Bir büyük resim var. Bütün zamanların ve bütün mekânların, zaman ve mekân boyunca yaratılmış her bir şeyin ve hepsinin başına gelen bütün olayların birbiriyle irtibatlı bir şekilde tek bir çerçeve içinde hapsolduğu sayısız resimden meydana gelen bir büyük resim var. O büyük resmin küçük birer parçasıyız hepimiz ve cilve tabiri, en güzel kadının en can alıcı gönül çelişinden daha çok kadere yakışıyor.



Ârifler bu cilve-i Rabbânî ölçüsüne ram oluşları sebebiyle güne başlarken kendi kendilerine şu hakikati susarlarmış: “Acaba Rabbim bu gün benimle ne iş işleyecek?” Avâm ise kendi iradesine vehmettiği kıymet gafletiyle güne şu soruyla başlarmış: “Acaba bu gün ne iş işlesem?”

Nakkaşı tanıyanla nakıştan habersiz olanı aynı çerçevede buluşturan muazzam cilve, kaderin cilvesi…



İşi kendi elimizle işlediğimiz zannıyla varlık iddiasında da bulunsak; 'Lâ fâile illallah' sırrından agâh oluşumuzla hiçliğimizi idrak de etsek, netice mutlak fâilin murad ettiği gibi oluyor, asla değişmiyor. Biz zaman ve mekânla kayıtlı kendi isteklerimizi gerçekleştirme derdiyle bir iş yaparken, zaman ve mekân üstü bir seziş ve seyredişle asıl ve büyük tabloyu görebilme imkânına sahip olsak acziyet içre fark edeceğiz ki her netice aslında bir başka işin şimdilik hikmeti bize meçhul sebebinden başkası değil.



Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Viyana önlerinden mahzun bir şekilde geri çekilirken, bir ses Tuna'nın kulağına eğilip; asırlar sonrasının bir 28 Şubat'ında memleketlerinde okuyamadıkları için mağdur olan genç kızlar senin kıyılarında kahvelerini yudumlayacak deseydi, bu müjdenin fısıltısından kendisine düşen payla Estergon Kalesi şükür secdesine kapanırdı da tarihler bu vecdin adını deprem koymaktan başka bir şey yapamazlardı.



Cilve ki zamanla ayân olur hikmeti en çok.



Kazasker Mustafa İzzet Efendi, peygamber müjdesine nail oluş sevinciyle boğazı düğüm düğüm İstanbul'un asırlara meydan okuyacak sembolü Ayasofya'ya, yüceliğine yakışacak çapta levhalar kaleme alırken, bu resmin üççeyrek asır sonraki parçasına denk düşecek sırrını, hayatını verme pahasına dudağından kaçıracak bir hikmet sahibi kulağına eğilip; “Bir müze için bunca çabaya değer mi üstad?” deseydi ve bu sırra kulak misafiri olan yüce mabed, Fatih'inin vakfiyesi ile göz göze gelip aldığı olur işaretiyle sütun sütun, kubbe kubbe secdeye kapaklanıp kalsaydı, bu intiharın adını Sinan'ın mukavemet hesabındaki hatasından başka ne ile izah edebilirdik?



Hatta ve hatta Ayasofya, yıkılışı esnasında kendisinden yere düşen her bir taş parçasının düşüş sıra, hız ve şekliyle bir harfe tekabül ettiği bilmediğimiz bir alfabede bize haykırsa, o haykırışın lisanımıza adapte edilebilmesiyle ortaya çıkan cümle de

; “Bir adama dedesinden bir seccade miras kalsa ve o adam namaz kılmadığı için seccadeyi katlayıp sandığın en dibine saklasa; seccade orada yine seccadedir ama adam adam değildir, Fatih'imin torunları ve ben işte böyle olacağız, kendi elimle kendime kast edişim Sinan'a bühtan olsun diye değil; onun torunlarına adam değil dememek içindir”

olsa, aynaya bakınca kaçımız orada bir adam görebilirdik?



Hikmet ki en çok zamanla cilveleşir.



Bütün bu kendi içinde alelâde bir oluşun donuk tabloları olarak arz-ı endam eden olayları, kendi durduğumuz vaktin penceresinden geriye dönük olarak seyrettiğimiz vakit, her birinin büyük resmin hangi parçasına denk düştüklerini anlayarak, kaderin bu husustaki enteresan cilvesini fark ettiğimiz zehabına kapılırız.



Oysa bir de hadisenin buradan sonrası vardır. O meçhulümüz olan sonra hem şimdiyi hem de önceyi bambaşka bir surette şerh edebilir.



2000'li yılların başında Viyana'yı ziyaret eden bir Milli Eğitim Bakanı, Kahlenberg'ten Tuna'yı seyrederken hüzünle; “Ah dedelerimiz biraz daha ısrar ediverseymiş ne güzel olurmuş” dediği zaman kendisine mihmandarlık eden 28 Şubat mağduru genç kızımızın verdiği cevap, kaderin cilvesinin bu resme denk düşen tarafına ayna tutar gibidir: “İyi ki fethetmemişler efendim, o zaman biz nerede okuyacaktık?”


Avrupa'nın yaklaşan referandum öncesi sebebi pek tabii anlaşılabilecek fakat asla izah edilemeyecek bir yaklaşımla taraf oluşunu, yarım asır önce Avrupa'nın iş gücü ihtiyacını karşılamak için gurbete giden Alamancı vatandaşlarımızın bu gün pek çok Avrupa ülkesinin nüfusundan daha kalabalık bir şekilde oradaki varlığıyla değerlendirirsek karşımıza nasıl bir resim çıkar?



Dün tarla parası, ev parası, traktör parası hesabıyla ve güya bir kaç senelik gurbet kahrı çekmeyi göze alarak oraya giden insanların bugün o topraklardaki varlığı vaktiyle kendilerini davet edenlerin şimdilerde içinden çıkamadığı cilve-i Rabbani rayihalı garip bir hesaba dönüşüyor.



Giden üç kuruş nafakasını temin için gittiğini zannetse de, davet eden savaş sonrası nüfusunun karşılayamadığı iş gücü ihtiyacının halli için davet ettiğini zannetse de, Avrupa'daki kardeşlerimizin oralardaki artarak devam eden varlık hikmeti, kaderin bu husustaki büyük resme tekabül eden cilvesi bize ayân olduğu vakit, öyle sanıyorum ki şükür ve hamd dolu bir şaşkınlığın yüzümüzdeki tebessüm hikâyesine dönüşecek.



Her bir Alamancı Türk, o gün geldiğinde birbirine gülümseyerek şu soruyu soracak: Fırça yokluğundan, boya ihtiyacından, tuval lazım olduğundan davet edildiğimiz bu topraklarda, dünya tarihinin bu asrına revnak verecek büyük yürüyüşün mahzun ama onurlu ressamları olacağımız hangimizin aklına gelirdi?



Öngörüsü kehanet hesabına kaydedilir yahut cilve-i Rabbani kırıntılarından kalbine doğanlar hepten aşikâr olur endişesi ile en anlaşılmaz yazısını yazmak mecburiyetinde kalan bir adamdan o günün büyük ressamlarına şimdiden dua ile...


#Avrupa
#Viyana
#28 Şubat
7 yıl önce
Kaderin Avrupalı cilvesi
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim
Columbia’da ‘Filistin’le Dayanışma Çadırları’