|
Mühür vurma sanatı

Hüzün ve hayretle bütün detaylarına vâkıf olasıya, pür dikkat seyredilen iki fotoğraf… O iki fotoğrafın beynimden iki çiviyi çekip çıkarırcasına acı içinde aklıma düşürdüğü iki tarih… O iki tarihin beynimden çıkardığı çivileri kalbime acımasızca saplarcasına hatırıma düşürdüğü iki mânâ… O iki mânânın davetiyle çıkıp gelen Osmanlı'nın ilk halifesinin hayatından bir hatıra ve Necip Fazıl dilinden Ayasofya muhtevalı bir konferans… Bütün bunlardan doğan, olmayacak şeyi arzu eder gibi değil de bir gün olması için bugün kurulması şart olduğundan dolayı içimi kaplayan bir hayal ve nihayet evet mi, hayır mı meselesinde 18 maddenin hiçbirisinin ne getirip ne götüreceğini umursamadan bir daha ve aşkla alınan kesin bir karar...



Okuyanlardan kimisinin olaylar arasındaki bağlantıyı kurmakta güçlük çekeceği, kimisinin kendi şahsiyetini bir aynada seyredercesine anlamsız bir menfaat ilişkisi hesabına istihzayla kaydedeceği, kimisinin kalbi kabarmakla birlikte ziyadesiyle hamasi bularak burun kıvıracağı ama hamdolsun ki kimisinin de kalbini kalbimle bir ederek gözyaşları içinde âmin diyeceği bu yazının özeti budur.



Birinci fotoğrafta; salona giren Papa ve onu karşılamak için tebessüm, saygı ve tevazu ile ayağa kalkan Avrupalı siyasiler var. Siyasetçilerin her biri sanki o âna kadar bir vücudun birbirinden habersiz âzâlarıymış da Papa'nın içeri girişiyle birlikte kim olduklarını ve ne işe yaradıklarını hatırlayarak kendilerine gelmişler. Müthiş bir yekparelik tablosu... Parçaları bir ve bütün eden bir geliş...



Ve bu gelişin bize acı içinde hatırlattığı bir gidiş hikâyesi. 3 Mart 1924.

Başsız bir vücut gibi ortalıkta sağa sola çarparak dolanmaya başladığımız tarih... O günden beri İslam âlemi birbirinden habersiz, birbiriyle kavgalı, biri diğerinin derdini umursamayan ve bu halleri sebebiyle kan ve gözyaşından ibaret, kimisi can çekişen, kimisi anlamsız çırpınışlar içindeki zavallı âzâlardan oluşan başsız bir vücuttur.


İkinci fotoğrafta merkezde bütün mütevazı görünme çabasına karşılık yine de ve belki kendisince haklı sebeplerle mağrur Papa ve onun sağına soluna ciddiyetle sıralanmış Avrupalı siyasiler... Ekonomik ve siyasi birtakım problemler sebebiyle dağılmanın arifesine gelmiş, İngiltere'nin Brexit kararıyla dağılış bahanesine kıvam tutturmuş, belirsizlik ve kaosun kucağına doğru adım adım ilerleyen Avrupa'nın liderleri değil bunlar. Papa'nın şahsında tecessüm eden ortak aklın etrafında toplanarak, meselelerini bir kenara bırakmış, kendilerini bir araya getiren değerleri yeniden hatırlayışlarını bütün dünyaya haykıran Avrupalılar.



Sıkıntı zamanında bir aklın etrafında toplanarak birlik fotoğrafı verebilen Hıristiyan Avrupa'nın bize bu tablo ile hatırlattığı tarih 27 Nisan 1909'dur. Hilafetin kaldırılmasıyla başsız bir vücuda dönüşecek İslam âleminin, akılsız bir baş taşıyarak o güne giden yolların taşlarını döşemeye başlaması Ulu Hakan'ın tahttan indirildiği bu tarihe tekabül eder. Abdülhamid Han'ın hal'iyle başımız akılsız kalmış, hilafetin ilgasıyla gövdemiz hepten başsızlığa mahkûm olmuştur. Sonrası malum hikâye...



Öncesi Osmanlı'nın ilk halifesinin iki sözünde saklı…



Yavuz Sultan Selim Han tahta çıktığında, babasının vezirlerinin 'Batı'ya sefer etmek icap eder' deyişleri üzerine ordunun hazırlanmasını emretmiş fakat ordunun başına geçince yönünü Doğu'ya dönmüştür. Niçin diye edeple sual edildiğinde hünkârın verdiği cevabı asla unutmayınız: Batı'ya giden yol Doğu'nun birliğinden geçer. İttihâd-ı İslâm...



İslâm birliği meselesini Memluk seferi ile nihayetlendirip hilafetle taçlandıran Yavuz, rivayet o ki pek sade giyinirmiş. Avrupalı bir elçiyi karşılayacağı vakit, küffara karşı devletin heybet ve vakarını temsil makamında oluşunu bahane eden vezirleri kendisine yeni bir libas diktirmesinin güzel olacağını edeple arz etmişler. Dinlememiş... Aynı kıyafetlerle yapmış kabulü... Hikmetini soran gözlerle bakan vezirlerine dönmüş: Elçiye benim ne giydiğimi bir sorun bakalım, ne cevap verecek?



Elçi, görmedim ki demiş, padişahın ayak hizasında kınından çıkarılmış bir kılıç vardı, o kılıcın parıltısı gözlerimi öyle bir aldı, varlığı aklımı öyle bir karıştırdı ki başımı kaldırıp oradan yukarısına bakamadım.



Ahvâl Yavuz'a arz olundukta dudaklarından şu cümleler dökülecektir büyük sultanın:

Keferenin bugün haddine mi düşmüş ki başını kaldırıp gözlerimizin içine bakabilsin! Bir gün bu işe cüret ederlerse kıyafet o güne lazımdır!


Ve Necip Fazıl merhumun Ayasofya konferansından bir pasaj:



“İstanbul'daki Süleymaniye, Edirne'deki Selimiye, bunlara karşılık da Roma'daki St. Pierre, Paris'teki Notre Dame, bizde ve onlarda daha niceleri, madde ve hatta gayelerine bağlı mânâ kıymeti olarak, Ayasofya'nın eşik taşına bile denk olamaz. Zira bunlardan her biri, kendi gayesinin tabiî şartları içinde, tek taraflı olarak yükseltilmiş eserler… Ayasofya ise bunların yanında bir kümes bile olsa, öyle bir nasibin sahibi ki; ne madde, ne de tek taraflı mânâ ölçüsüyle ona varmak kabil değildir… Ayasofya, bir mânânın zıt mânâya taarruz ve onu zebun edişinin, bütün dünyada eşi olmayan âbidesidir… Öbürleri belli başlı ruh içinde birer mekân da, Ayasofya mekân içinde ruh; zıt mekânda galip ruh…”



O iki fotoğrafa bakarken, bu konferansı bir kez daha dinlerken işte o hayal gelip düştü kalbime. İstanbul sur içinde, mazlum gövdenin hasret kaldığı o baş nihayet vazifesini icra edebilsin diye kurulmuş muazzam bir yapı... Oradan çıkıp, Cuma namazı için Ayasofya'ya ilerleyen heybet ve vakar abidesi bir zât…



O zât nereden nasıl çıkar gelir, Ayasofya ne zaman nasıl açılır bilemem. Bildiğim o ki, Türkiye bütün bir İslam coğrafyasının o zâtın temsil edeceği değerler manzumesini kendisinde topladığına inandığı aklı ve başıdır. Ruh ve mânâsını Ayasofya ile birlikte müzeye kaldıran Türkiye'nin bundan böyle ruhsuz, mânâsız, büyük ve güçlü olamamak gibi bir lüksü yoktur.

Türk'ün bin yıllık yürüyüşünün yeni bir inkıtaa asla tahammülü yoktur.


Kefere bırakın gözlerimizin içine bakmayı, en son 15 Temmuz'la birlikte canımıza kast etmeye kadar vardırmıştır işi. Türkiye'de yapılacak olan bir referandumda nasıl taraf olduklarını gazeteleri, televizyonları, siyasilerinin söylemleri marifetiyle bu kadar net ve pervasızca ortaya koyabiliyorlarsa bu iş zannettiğimizden çok daha büyük ve anlamlıdır. Mesele varlık yahut yokluk meselesidir artık.



Yavuz'un bir gün lazım olacak dediği elbise anlaşılan o ki bugün lazım olmuştur.



Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, belki o elbisenin üzerinde bir desen, belki bir düğme ama belki de bütün İslâm coğrafyasını adalet ve muhabbetle sarıp sarmalayacak olan o elbisenin bizzat kendisidir.



16 Nisan'da önümde Yavuz ve Ulu Hakan'ın yürüdüğünü düşünüp, bir Cuma namazı için Ayasofya'ya girer gibi gireceğim kabine, evet yazan dairenin içine o iki fotoğrafı hayalimde yerleştirip, Bismillah diyerek aşkla tam orta yerine vuracağım mühürü!


#Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi
#16 Nisan 2017
#15 Temmuz
#Necip Fazıl
7 yıl önce
Mühür vurma sanatı
Bize lütfen bir avuç toprak bırakmışlar
Nükleer silahların gölgesinde
Muharrem ölür, kalan sağlar bizimdir!
Liderler! İstanbul’dan dünyaya bir ses verin..
Beşiktaş enerjisini Quaresma'dan aldı