|
Eğitim şart

Showlarıyla herkesi gülmekten kırıp geçiren komedyen Cem Yılmaz’ın başarısı; ele avuca sığmaz zekâsıyla ,“hayâtın olağan akışı içinde birikmiş; olağanlaşmış “saçmalıkları” ters yüz edip; “aslıyla” bizlere iâde etmesidir. Yâni Cem Yılmaz bir bakıma “hiçbir şey”; bir bakıma da “çok şey” yapmaktadır. Onu; meselâ merhum Levent Kırca gibi eski nesil komedyenlerden ayıran da budur.


“Hayâtın olağanlaşmış saçmalıkları” deyip geçmeyelim. Belki de günlük hayatımızdaki davranışların kısm-ı âzâmı bunlardan oluşur. Birikmiş saçmalıklara dâir farkındalığımızın olmaması bir tarafa; daha beteri de bunları derece derece “ciddîleştirmemizdir”. İnsanlık komedisi dediğimiz bu olsa gerekir. Medeniyet; bir tarafıyla da ciddîleştirdiğimiz saçmalıkların repertuarıdır.

Büyük harfle “G”elenek; ağırbaşlılık; modernlik ise disiplin yüklü bir ciddiyet öngördü. Bunlar özünde yabana atılır iddialar değildir. Tam tersine ben bunların ehemmiyetine inananlardanım. Ama gözüken o ki; ağırbaşlılık ve disiplin yüklü ciddiyet, çaba istiyor ve her çaba isteyen iş gibi insanlık üzerinde ağırlık yaratıyor. Ağırbaşlılığın; zâten isminden “ağır” bir iş olduğu anlaşılıyor. Her türlü hafifliğin,hafif meşrepliğin zıttıdır o. Aslında ağırbaşlılık; içimizden gelen hafifliklerin; dış ve iç telkinlerle ayıplı hâle getirilerek baskılanmasıdır.

Doğrusu ağırbaşlılığı bir değer olarak sevdim. Ağırbaşlılık, neş’eye, espriye de yer açmasını bilir. Somurtkanlık hiçbir zaman ağırbaşlılık demek değildir. Somurtkanlık,olsa olsa, ağırbaşlılığın en kaba yorumudur denilebilir.

Modernliğin disiplin yüklü ciddiyetini ise; başarılarını takdir etsem de doğrusu pek sevemedim. Bana hep sevimsiz geldi. Askerî dünyâya son derecede yakışan ciddîyet ve disiplini; doğrusu sivil hayattaki yansımalarıyla bir değer konusu olarak değerlendiremedim. Tulum ve üniforma arasındaki geçişler hep canımı sıktı. Daha çok aşkla yapılan işleri sevdim. Disiplin bana hep aşksız iş yap(tır)manın ve başarılı olmanın (kılınmanın) yolu olarak gözüktü. Meselâ Alman veyâ Japon tarzı kalkınma hikâyelerini takdir etmekle birlikte onlara pek de öykünmedim. Bu hikâyeleri ballandıra ballandıra anlatan ve Türkiye’ye teklif eden bir tür sağcılığı ise son derecede itici buldum.

Gelin görün ki modernlik; aşkı “hastalıklı bularak” dışladı. Soğuk ve hesaplayıcı bir akılcılık; hararetli ve yer yer hesapsız da davranabilen aşkın yerini aldı. Aklın da çok serbest bırakıldığı düşünülmesin. Hesaplı akılcılık dememizin sebebi de budur zâten. Haydi aşk “ifradî” bir hâl olarak dışlansın; ama aklın umûmî olarak duygusal şûbelerinedir modernliğin saldırısı. Hesap dışı; hesâba gelmeyen herşeye ilgisiz; hattâ tepkili olan pozitivizm işte tam da budur. Hâce Nasreddin misâli; kanatları kesilerek uçmaktan men edilmiş bir kuşa; “işte şimdi kuş oldun” demek gibi gözükmüştür bu bana.

Bu memlekette aralarında siyâseten didişseler de pozitivist bir ilericilik ile pozitivizmde ondan asla aşağı kalmayan bir muhafazakârlığın derin koalisyonu hüküm sürdü. Gâliba aralarındaki en derin fark bu tartışılmaz; hattâ tartışılması teklif dahi edilemez ideali en iyi kimin temsil ettiği; kimin ona en fazla lâyık olduğuydu. Memleketteki din kavgaları aslında buraya oturur. Soru şuydu: Din terakkiye mâni midir?

Kavga mühendislik temelde başladı. Daha sonra iktisâdîleşti. Her iki evrede başlatan ve dayatan kaybetti. İtilen ve kakılan ise muzaffer oldu. Mühendislik kalkınma masallarını anlatan ve muhafazakârlığı mühendislik aklın engelleyicisi gibi görenleri; Süleyman Demirel, Necmeddin Erbakan gibi muhafazakâr mühendisler yenilgiye uğrattı. Ekonomiyi mâneviyattan ayırarak değerlendiren ve önceleyen solcuları ise yine bir mühendis olan Turgut Özal’ın ekonomizmi dize getirdi. Hem mühendislikte hem de ekonomizmde yenilen ilericiler küstü; neticede müzmin ve kızgın bir emeklilikte karar etti. Bir kaç semt ve bir kaç şehire hurûc ettiler. Kapandılar ve âdeta gettolaştılar.. Dahası; bütün târihsel iddialarından istifa ettiler ve cıvıyarak lümpenliklerini taçlayan bir tatlı kültürel hovardalığı paylaşılmaz ve dokunulmaz yaşam tarzları olarak kutsadılar. Hâsılı rekâbeti “mühendislik” ve “ekonomik “alanlardan “kültürel” alanlara taşıdılar. Gelin görün ki muhafazakârları metropolleştiren gelişmeler; bu iddialara da gölge düşürdü. Ama şimdilik kültürel üstünlüklerini sürdürüyorlar. Şehre özgü görgü ve tecrübe üstünlüklerini kullanıyorlar. Mühendislik ve ekonomik başarılarının, muhafazakârları nasıl da kültürel potansiyellerinden ettiğini gördük. Pozitivist önyargıları olan şehirli muhafazakârlar şimdilik bu lümpen kültüralizm ile yarışmakta zorlanıyorlar. Ama rekâbete karar verdikleri anlaşılıyor. Turfanda olarak piyasaya sürülen numunelerden anlıyoruz ki önümüzdeki senelerde kültürel raflarda muhafazakâr bir lümpen kültüralizmin ürünlerini de bol bol görebileceğiz.

Neticede, diyalektik olarak aşağı yukarı şu yaşanmış olsa gerekir: Belirleme iddiasında olanlar yenildi ve çekildi. Doğru…. Ama yenilenler de muzaffer olanları belirlemeye muvaffak oldu. Pardon; eğitimi konuşacaktık... Aslında bir tarafıyla konuşmuş da olduk. Yukarıda işâret etmeye çalıştığımız hususlar; yakın zamanlarda maarif dünyâmızda yaşanan sancıları; dahası da ”Eğitim şart” lâfının bir şiâr ve ideâl olmaktan çıkıp; Cem Yılmaz’ın esprisine dönüşmesini, bir cephesiyle de olsa açıklıyor gâliba.

#Levent Kırca
#Cem Yılmaz
#Eğitim
7 yıl önce
Eğitim şart
İkiyüzlü dünyanın 200 günü
Garson nereye baksın?
İnsafsız takas!
Erdoğan’ı/AK Parti’yi Kürtsüz bırakma operasyonu…
Riyakâr Bey ile ‘Yamyam’ Biraderler