|
Muhtasar bir NATO hikayesi (1)

“Biz iktidâra geldiğimizde önce NATO'dan çıkacak; ABD ile aramızdaki bütün ikili anlaşmalara son vereceğiz. Ardından komprador burjuvazinin yuvalandığı bankaları, sigorta kuruluşlarını ve özel mülkleri devletleştirip halkın yararına sosyalist kalkınmayı başlatacağız”… Bu ve benzeri klişeler 1980 öncesinde gençliğini yaşamış bizim nesle çok âşinâdır. O devirlerde anti-NATO fikirler solun olağan söyleminde sıklıkla vurgulanırdı. Burada açık bırakılan tek husus, NATO'dan çıktıktan sonra doğacak boşluğun kim ile dolduracağıydı. TKP çizgisindekiler derhâl Sovyet kampına ; yâni Varşova Paktı'na ve COMECOM'a üye olunacağını söyler; Maocular ise bunu “revizyonizm” ve “sosyal faşistliğin” emâresi sayıp reddeder ve Çin ile yakınlaşmayı savunurlardı. Bu arada “Üçüncü Dünyâcılar” ve “Enver Hocacılar” tartışmaya katılır ve yakınlaşmanın başka aktörlerini öne sürerlerdi. Bu minvalde az mı kavga çıkmış; hattâ cinâyet işlenmiştir…



Milliyetçi, muhafazakâr sağ ise bu tartışmalarda hep kenardaydı. Onlar için temel tehlike hangi türü olursa olsun , gerçekleşmesi durumunda, kendilerini bekleyen mülksüzleşme ve daha beteri “kadınların ortak edilmesi” anlamına gelen “komünizm” tehlikesiydi. Bunda, duygusal arkaplanda kökleri Osmanlı'ya uzanan bir “Moskof korkusu”nun hatırı sayılır bir etkisi olduğu da kaydedilmelidir. Türkiye'de sağın NATO veyâ daha genel manâda ABD nüfûzundan temelde pek hoşlandıkları söylenemezdi. Ama bu nüfûz en azından “ahlâkî” olarak diğer ihtimâl kadar berbat değildi. Komünist tehlike karşısında katlanılabilir ve işbirliği yapılabilirdi.



1989'da “duvarın yıkılmasının” ve Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra anti-NATO söylem üzerindeki sol tekel ortadan kalktı. Zâten içeride 12 Eylül Darbesi gerçekleşmiş ve sol bütün varını kaybetmişti. Buna bir de Sovyet Kampı'nın reel çöküşünün doğurduğu bir moral bozukluğu eklenmişti. Kâğıt üzerinde gün Maoculara gülüyor gibiyse de durum hiç de öyle değildi. Mao ve Çu En Lay ölmüştü. Batı kaynaklarınca “uyuyan dev” olarak görülen Çin'in yeni önderi “Cüce “ lâkaplı Deng tarafından başlatılan kapitalistleşme süreçleri artık çok net görülüyordu. 1980'lerde başka bir şey oluyor ve İran Devrimi'nin etkisiyle yeni nesil İslâmcılar arasında anti-Amerikan eğilimler güç kazanmaya başlıyordu. Bu duygusal birikimin programında hayâtın İslâmeleştirilmesi ekseninde , bir zamanlar solun kullandıklarına benzer yarı-sosyalizan tezler sıralanıyordu.



Türkiye'de resmî söylem ise , 1964 ve 1974'de kızışan Kıbrıs meselesi; Haşhaş ekimi yasağı ve nihâyet ardından gelen ambargonun yarattığı şok ve hayâl kırıklıklarına rağmen NATO'cu çizgisinden şaşmadı. Açık olan bir husus varsa , o da Türkiye'nin Soğuk Savaş'ın ardından NATO'nun yaşadığı konsept dönüşümünün halâ bir tarafında sıkışıp kalmış olmasıydı. Türkiye halâ görece önemini koruyordu. Hiç değilse söylemde artık NATO için temel düşman İran idi. İran Devrimi ve onunla ardışık olarak gerçekleşen Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgâliyle CENTO'nun sonunu getirmişti. 1980 Darbesiyle hizâya getirilen Türkiye ise lâik, modern ve demokratik bir İslâm memleketi olarak İran'ın durdurulmasında önemli ve hiç değilse bir süreliğine görece stabil tutulması gereken bir tampon idi. Bahsedilen istikrar dikensiz bir gül değildi. İMF 'nin acı ilâçlarını içirmeyi, yıpratıcı bir AB üyelik süreci ve tırmanan PKK terörü ile meşgûl edilmesini de içeriyordu. Bu arada gelişmeleri bir fırsata dönüştürmek isteyen NATO , Sovyetler Birliği'nin Afganistan bataklığında çöküşünü bekledi. Diğer cephede ise İran'ın karşısına Irak sürüldü.



1989'da mâhut çöküş gerçekleşti. Kısa zaman içinde kimin neyi kazanıp neyi kaybettiği de ortaya çıktı. NATO'nun kesin kazanımı; kansız olarak Doğu Avrupa ile kısa ama kanlı bir kaos sonrasında Balkanlar oldu. Belirsiz olan ise Sovyetlerin Asya'daki nüfuz alanlarının geleceğiydi. Bütün bunlar olup biterken bir hususu; Sovyetlerin külleri arasından neyin doğmakta olduğunu anlamadık.Çökmüş bir Sovyetler Birliği'nin yerini küresel kapitalizme koşulsuz eklemlenmiş pasif bir Rusya'nın alacağını zannettik. Diğer taraftan içi boş Pan-Türkist hislerle; bağımsızlığına kavuşmuş olan Türk kökenli eski Sovyet Cumhuriyetlerindeki reel dönüşümü göremedik. Dengeli ilişkiler kuracağımıza kof bir abilik rolüne soyunduk. Bu işi o kadar ileri götürdük ki, bahsi geçen coğrafyalarda yer yer Sovyet zihniyetli kadroların antipatisini kazandık. Ortada bir abi varsa o elbette biz değil, Rusya idi. Nitekim bu coğrafyalarda özellikle Yeltsin sonrasında Putin'in yönettiği süreçlerdeki restorasyon çok belirleyici oldu. Petrol ve doğal gaz satışlarından elde ettiği gelirlerle toparlanan Rusya, Avrupa'da olmasa bile Asya'da kaybettiklerini kısa sürede yeniden ele geçirdi. Bununla kalmayıp askerî gücünü tâzeledi. Üstelik Rusya; dev bir üretim üssüne dönüşen; ABD ile karmaşık, gerilimli bağımlılıklar içeren ekonomik ilişkiler kurmuş olan Çin ile reelpolitik eksende yakınlaşmaktaydı. Yine göremediğimiz, zaman içinde gelişen bir Rusya-İran yakınlaşmasıydı.



Aslında bütün bunlar NATO 'nun târihine yazılması gereken hususlardır. Biraz da bu açıdan bakalım: NATO'nun en büyük kazanımı ; Rusya'nın da en büyük kaybı elbette ki Doğu Avrupa olmuştu. Ama Asya'da durum tersine dönüyordu. Ayrı kalemler gibi gözüken, ama zaman içinde yekûn değer kazanan Çin-Rusya; Rusya-İran ve Çin-İran yakınlaşmaları NATO'nun Asya siyâsetlerini bozuyordu. Doğu Avrupa'da gösterdiği başarıyı, Kafkaslar'da ve Orta Asya'da gösteremedi. Gelişmeler Pasifik'deki güç dağılımını da etkilemekteydi. Bunun üzerine NATO yıpratıcı ataklara geçti. Orta Asya'da elinde tuttuğu Afganistan'dan başlatacaktı. Devâm edeceğiz….


#NATO
#PKK
#CENTO
8 years ago
Muhtasar bir NATO hikayesi (1)
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim
Columbia’da ‘Filistin’le Dayanışma Çadırları’