|
Muhtasar bir NATO hikayesi (3)

1990'ların Türkiyesi, kokuşmuş ittifakların Merkez Sağ-Merkez Sol koalisyonlar üzerinden bir iç yağmaya giriştiği, İMF'nin ekonomik, Avrupa Birliği'nin ise hem ekonomik hem de siyâsal baskısı altında tutulduğu; diğer taraftan ise PKK terörü ile insanların canlarından bezdirildiği bir Türkiye idi. 1990'ların sonlarına doğru resmî ve sivil alanlardaki bâzı unsurlar PKK terörünün bizzat NATO'nun derin yapıları tarafından beslenip teşvik edildiğini fark ettiler. Bu oluşumun özellikle de ordu içindeki unsurları dikkât çekiciydi.



2000'lere siyâsal sermâyesi tükenmiş olarak girdik. Merkez boşluğunu RP doldurmaya adaydı. Bunun hemen önü alındı. Garip olan bu sürecin, vesâyetçi bir lâikçiliğin ortak paydası olarak işlemesi ve NATO odaklı olarak bürokrasi içinde yaşanmakta olan; ama henüz kesin bir elit-içi gerilime dönüşmeyen bir ayrışmanın önünü almasıydı. Bu refleks RP'nin tasfiyesi ve ondan koparak şekillenen AK Parti'ye de yöneldi. Ama bütün engellemelere rağmen AK Parti tek başına iktidâra gelme başarısını gösterdi. Bu etaptan sonra NATO'nun Türkiye siyâsetini, AK Parti'yi dönüştürerek nüfuzunu sürdürmek olduğunu düşünüyorum. NATO'nun AK Parti'yi çeşitli şekillerde kontrolü altında tutmaya çalıştığını da söyleyebiliriz. Muhtemelen AK Parti'nin liberâl kültürel kodlarda da karşılığı olan/olabilen bir İslâmîleşmeyi temsil edebileceği düşünülüyordu. Başlangıçta işler fena da gitmedi. İsrâil ile barışık bir siyâset, Türkiye'nin AB üyeliği husûsunda yürütülen azimli çalışmalar, Kürt sorununu çözmeye mâtuf açılımcılık; kendisini muhafazakâr-demokrat olarak tanımlayan AK Parti'nin merkezde tutunumunu sağlayan, meşrûluğunu güçlendiren unsurlardı. Askerî ve sivil bürokrasideki anti-NATO'cu eğilim bunları “Amerikan plânının” bir ayrıntısı olarak okuyor ve NATO'cu kanat ile olan muhtemel bir hesaplaşmanın önüne koyuyordu. Böylelikle de esas gerilim görece; ama ağırlıklı olarak topraklanmış oluyordu. Bunu dolayımlı olarak, bahsi geçen topraklamanın biraz dışında kalmış ve basit bir ideolojik tartışma gibi gözüken bir kavgada; o zamanlar îtibârıyla AK Part'ye destek veren “liberâl sol” ile “ulusalcı sol” arasındaki saç saça baş başa kavgadan çıkarabiliriz.



AK Parti ile NATO arasındaki ilişkilerin beklendiği gibi gitmediğini söyleyebiliriz. Tezkere meselesi bunun ilk işâretlerini vermiş; daha sonra İsrâil ile kopan ilişkiler bunun üzerine tuz biber ekmişti. Nihâyet zaman içinde, AB 'Türkiye'nin kabûl edilmesinin AB için kabûl edilemez olduğunun anlaşılması bu yoldaki çalışmaları boşa çıkarmış ve hızlı bir şekilde AB'li bir Türkiye geleceği inandırıcılığını kaybetmiştir. Artık “eksen değiştiren bir Türkiye” den söz edilmeye başlanacaktır.



NATO çevrelerinin AK Parti'yi, İslâmî tematiği benzerlerine göre bir doz fazla olabilen lâlettayin bir merkez sağ parti olarak görme eğilimi; anlaşılıyor ki hatalıydı. Önceleri NATO ile doğan sorunlar Merkez-Sağ veyâ Merkez-Sol partilerin bürokrasideki uzantılarınca yumuşatılır; şöyle veyâ böyle düzeltilirdi. Hâlbuki AK Parti, bürokrasiden değil “aşağıdan”; meselâ belediyecilikten geliyordu. Bürokrasisi yoktu. Ama hissiyatları vardı. Üstelik Millî Görüş olarak bildiğimiz ideolojik arkaplânında etkili bir anti-İsrâil ve onun üzerinden bir “anti-Amerikan” bakış ve yaklaşımı yatıyordu. Her ne kadar bu ideolojik mirâsa bir mesâfe koyduysa da, AK Parti kadroları pratik gelişmeler karşısında İsrâil siyâsetlerine karşı olan radikalizmini sık sık hatırlar olmuştu. Mâhut “One minute” çıkışı bunu göstermiştir.



Doğrusu , özellikle de son gelişmeleri dikkâte alarak baktığımda, NATO'nun AK Parti'nin biletini 2010'lara gelinen bir evrede kestiğini düşünüyorum. Ama girdiği her seçimi oylarını arttırarak kazanmaya devam eden; üstelik ekonomiyi düzlüğe çıkarma başarısını gösteren; nihâyet kendi bünyesinden iki Cumhurbaşkanı çıkaran bir parti nasıl tasfiye edilebilirdi? İdeolojik bir savaşa bir lâhza olsun ara verilmedi. Önce Gezi üzerinden Renkli Devrim denemesi yapıldı. Olmadı. Toplumsal düzlemde Ak Parti'nin sırtı yere getirilemedi. Bunun üzerine daha derin ve komplike bir plân devreye sokuldu. Bu plân bürokrasi ve kurumlar üzerinden götürüldü. Şimdi buna bakalım.



NATO'cu ve anti-NATO'cu blokun, husûmet yüklü AK Parti karşıtlığı devam ettirildi. Hâlbuki anti-NATO'cu çevreler başka bir tür okuma yapmış olsalardı; AK Parti'ye karşı NATO'cu bürokrasiden gelen tepkilerden kendilerini ayrıştırabilselerdi tablo farklı olabilirdi. Öyle olmadı. Bu dalga karşısında savunma durumuna geçen bürokrasisiz AK Parti toplumsalda kendisini konsolide etmeye devam etti. Kurumsal plânda ise maalesef cemaate teslim oldu. Cemaat işte tam da bu boşluğu doldurdu. Vesayetçilik karşıtlığının pratik karşıtlığı Cemaat için; nihâyetinde Türkiye'yi içten fethetmekti. 2010 sonrasında, artık eli rahatlamış olan cemaatin hakim ve savcıları anti-NATO'culara karşı bir operasyon başlattı. AK Parti bunu vesâyetçilikten kurtulmak olarak okudu ve sâhiplendi. Hâlbuki şimdi anlıyoruz; plânın ikinci ayağında süreç bizzât kendisine yöneliyordu. 17-25 aralık bu konuda nasıl start verildiğini gösteriyor. Ancak bu şekilde plânın farkına varıldı. Cemaate karşı ağır aksak da olsa bir mücadele başlatıldı. Ağır aksak diyoruz, çünkü AK Parti kadroları ile cemaat o kadar yakınlaşmıştı ki ya kimse bu senaryoyaya inanmak istemiyor; veya süreçler kripto cemaat figürleri tarafından savsaklanıyordu. Ama dershanelerin kapatılması ve esaslı bir savcılık mütalâsının hazırlanarak üzerine gidilmesi bu kanlı ve kirli yapının harekete geçmesine ve askerî bir müdahaleye yeltenmesine sebep oldu. Başaramadılar. Peki bundan sonrası?.. /Devam edeceğim….


#NATO
#AK Parti
#PKK
8 yıl önce
Muhtasar bir NATO hikayesi (3)
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’
Jeopolitik sürpriz: ABD, Rusya ve İsrail nasıl anlaştı?
Nazlı seçmen günlerinde siyaset