|
Sanat ve siyaset
Geçen hafta sonu Başbakan Sayın Ahmet Davutoğlu'nun himâyesinde ve Sayın İskender Pala'nın öncülük ettiği yemekli bir
na davetliydim. Doğrusu hayli uzun süren ve son derecede samîmi bir toplantıydı bu. Sayın Davutoğlu, geceye “dostlar meclisi” gibi sıcak bir başlık koydu. İlk başta, herkesi sınırlandıran; belki de geren resmî havayı dağıtmak için Sayın Başbakan “kravatını” çıkardı. Misâfirler rahatladı. Herkes gerek genel olarak Türkiye'de; hem de daha özel olarak kendi alanlarındaki meseleleri dile getirdi; çeşitli teklifler sundu. Anlaşıldığı üzere, bu tarz toplantılar belli aralıklarla devam edecek.


Siyâset ve sanat alanları, yakın zamanda hayli gerilmiş durumda. Bu toplantının amaçlarından birisi, belki de başlıcası, bu gerginliğin ortadan kaldırılması adına bir başlangıçtı.



Konuşmaları izlerken hatırıma, okumaya başladığım ilk zamanlarda elime geçen bir kitap geldi. Hiç unutmuyorum; kitap “Siyâsal İktidar Sanata Karşı” başlığını taşıyordu. Başta edebiyatçılar olmak üzere, çok sayıda sanatçının bizzât naklettiği hikâyeler üzerinden siyâsal iktidarın sanata olan husûmeti, haşinliği ve gaddarlığı resmediliyordu. Bu isimlerin hemen hemen tamâmı sosyalist düşünceye bağlı kişilerdi.



Bu ve bu tarz kitaplar, târihin sınıf savaşlarından ibâret olduğunu; dolayısıyla sanatın bu sınıflardan birisinin sözcüsü; egemen sınıfların güdümündeki bir sanatın “çürümüş”; ezilen sınıflardan yana olan sanatın ise “kurtarıcı” olduğuna dâir bir bakış üzerine kurgulanmıştır. Buna göre “sanat”, târihin önlenemez akışı içinde, onun dinamikleriyle uyumlu “devrimci” bir mücâdelenin başat araçlarından birisiydi. Elbette “motorlarımızı ışıklı maviliklere sürebileceğimiz” gelecekteki o güzel günleri engellemek için sanat, “egemen” ve “muhafazakâr” sınıfların baskıcı âleti olan devletin hışmına uğraması kaçınılmazdı. Sanat toplum için mi; değilse sanat için midir? gibi basitlemeci bir ikilem ise, yine aynı zamanlarda okul müfredatlarında yer alan tartışma derslerinin kadrolu konusuydu. Tartışmanın sonucu ise baştan belliydi: Elbette sanat toplum içindi. Allah aşkına hiç sanat, sanat için olur muydu?…



Sanata yüklenen ve onu siyâsal misyonlarla donatan bu aşırı yorum, o zamanların Üçüncü Dünya Ülkeleri olarak sınıflandırılan coğrafyalarında çok yaygın bir bakışı ifâde ediyordu. Sanatı târihsel olarak uzun bir zaman içinde tanımlayan bir işlevin reddiydi bu. Buna göre, dünyâ acı çekerken, emekçiler inim inim inletilirken sanat bir “zevk” aracı olarak kalamazdı. Anlayışım o dur ki, sanat târihi içinde ondan beklenenler, ondan nasibîni alanlara “zevk” veren inceliklerden, “kurtarıcı” eylemlerin duygusal dinamosu olmak misyonuna evrildi. İlki geleneksel; diğeri ise modern sanat olarak birbirinden ayrıştı. Bu keskin dönüş, sanatın ontolojisini târihsel-geleneksel rayından çıkardı. Sanat artizanâl korporatif düzenlemelerin içindeki tâyin edici koordinatlarından çıktı, sanatçının kişiliğinde “özerk” bir alan olarak “kişiselleşti”. “Kendinde” sanatın yerini, “bir başka gâye için” veya “kendisi için” sanat aldı.



Sanatın kişiselleşmesi, târihsel olarak onun hâmisi olan siyâsal ve sivil elitlerin bir kontrol kaybını da ifâde ediyor. Bu elitlerin modern sanatın “ürünlerine” duyduğu tepki, esasında onun konumuna duyduğu tepkiyi ifâde eder. Geleneksel dünyânın sanatlarına yerleşik elitler tarafından düzülen övgüler aslında sanatın onun kontrolünde olduğu günlere duyulan hasreti ifâde eder. Başka bir vurgu da incelik farkıdır. Modern sanatların yıkıcı yaratıcılık iddiaları; “aşağıdakilerin” bastırılmış sanatlarını açığa çıkarma ve ondan beslenerek yeni imkânların arayışına girmeleri muhafazakâr elitlerin gözünde bir incelik kaybıdır. Buna karşı ise modern sanatçılar bu durumu “gerçekçilik” açısından değerlendirirler. İnceliktense gerçekçilik tercih edilmelidir. “Sahte” bir inceliktense, ezilmişleri harekete geçirecek bir gerçekçilik; “kabalık” boyutlarına varsa bile tercihe şâyandır. Burada o kadar ileri gidildi ki, kabalık yer yer yüceltildi.



Kavga devam etti. Tepkiler , sanatın misyoner iddialarını yok etmedi. Tam aksine keskinleştirdi. Hattâ sanatçıları târihsel misyonundan emin kıldı. Mâdem ki, iktidarlar üzerine geliyor ve sanatçıları mesele ediyordu; demek ki “doğru yoldaydılar”. Sanat, “dünyâyı kurtaracak“ büyülü bir güçtü. Kimse darılmasın ama ben iktidâr-sanat ilişkisini biraz da sado-mazoşist bir ilişki olarak görüyorum.



Hâlbuki, bu arada, bambaşka ve çok daha etkili bir “nesnel” güç bütün bu öznel tartışmaları kuşatmaktaydı. Sanat ve sanatçının özellikle devletin himâyesinden kurtulması onun özerkleşmesine veya özgürleşmesine dönüşmedi. Ekonomi, bu alanı kolonize etti. Sanatı ve sanatçıyı ekonomik yasalar kontrolü altına aldı. Bu ilişkinin ise hegemonik olduğunu düşünüyorum. Devlet, sanatla dansını, kitle kültürünün hâkim olduğu hayli ileri modern evrelerde bile sürdürdü. Bâzı sanatları himâye etti; beğenmediklerini ise evden kovdu. Ama hiç mühim değil; sanatı kolonize edemedi. Onu hegemonik düzeyde kolonize eden ise met'alaşmasıydı. Özellikle de kitle kültürünün çözülüp, popüler-piyasa kültürünün baskınlaşması buna delâlet eder. İçinde bulunduğumuz evrede geçerli olan da budur. Artık ne “kendinde”, ne “yüce bir gâyeye adanmış”, ne de “kendisi için sanat”tan bahsedemeyiz. Bugün sâdece “piyasaya” eklemlenmiş bir sanattır geçerli olan. Onun bu eski iddiaları sâdece piyasada karşılığını bulacaksa anlamlıdır. Bugün “kendinde” sanatın ürünleri “antika”; “kendisi için sanatın” ürünleri “görgüsüz soylulaştırma”; “yüce gâyelerin sanatı” ise “siyâsal piyâsaların” içinde birer yatırım ve tüketim âletidir. Sanatların duygusal etkisini mi sordunuz? Artık ne zevk, ne de heyecan kaldı. Varsa yoksa, obur bir keyifçilik…..




#​Başbakan Ahmet Davutoğlu
#sanatçılar
#başbakanlık
8 yıl önce
Sanat ve siyaset
Havai fişeğin iktisadi veçhesi
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim