|
Siyasal iklimlerde bir gezinti

Siyâset bilimi hocaları, daha giriş dersinde talebesine, Maurice Duverger'in bir benzetimini öğretirler. Buna göre siyâset mitolojik bir tanrı olan Janus'a benzer. Janus “iki yüzlü” bir tanrıdır. Üstelik bu iki yüz, birbirinin taban tabana zıddıdır. İşbu benzetmeden hareketle, siyâsetin de ilkinin “çatışma”; diğerinin ise “uzlaşma” sadedinde iki yüzlü bir yapısı olduğu bilgisi aktarılır. Hemen buna ilâveten “sürdürülebilir siyâset” târifleri yapılır. Buna göre “sürdürülebilir” siyâset, çatışmaları ezmeyen, ona barışçıl bir dil kazandırarak üslûbunu sağlam bir usûl ve kural disiplinine sokabilen; ama nihâî tahlilde uzlaşma üzerinden bunları söndürmeyi bilen bir siyâsettir.



Yukarıdaki târif aslında siyâsetin tansiyonunu düşürmek adına bir yol imâ ediyor. Bu, teorik spekülasyonlardan değil; büyük ölçüde pratiğin içinden geliyor. Eğer, 20. asırda, yâni II. Genel Savaş sonrasında, Kapital Dünyâ'nın ekonomipolitik fazında arz-talep ilişkisinin kurulması itibârıyla “yeniden-bölüşümcü” yaklaşım genel kabûl görmeseydi bu teorik kurgu da anlamsız kalırdı.



Bu tarz tarifler ve tespitler ilham verici, yol gösterici olabilir. Ama en az bu kadar, belki de bundan daha fazla olarak bir beklenti doğurur. Beklenti en riskli ve en savrulmalı insanlık durumlarından birisidir. Çok kolay yükselir ve çok kolay düşer. Bu durum zihinleri de ciddî manada tansiyon hastası yapar. İdeal târif veya tespitlerden hareket eden entelektüel faaliyetlerin dengeli, kıvamlı bir çizgi tutturması zorlaşır. Bir süre sonra kendisi de câri gerilim ve çatışmaların tarafı olur. Başka bir ifâde ile entelektüel vasfını kaybeder. Alabildiğine duygusallaşır. Buna verilebilecek en güzel misal, bizim memleketimizdeki “liberal” savrulmadır.



Tekrar olguya dönelim: Siyâset, küresel dağılımına bakıldığında tıpkı iklimler gibi bir manzara gösteriyor. Siyâset kimi coğrafyalarda çok sıcak; kimi coğrafyalarda ise hayli soğuk bir iklime sâhip. Bu farklılıkları veri coğrafyaların genel kültürel özellikleri ile ilişkilendirmek çok sık yapılan ama esasta hayli tartışmalı bir yaklaşımdır. Meselâ, “Lâtinler zaten sıcakkanlı milletlerdir; o hâlde, Lâtinlerin yaşadığı coğrafyalarda siyâset sıcak bir iklimde yapılır” demek bir basitlemedir. Bunu biraz açalım. Çünkü Türkiye'de siyâsetin “çatışmacı”, “keskin” veya “kutuplaşmacı” tarafları üzerine yapılan spekülâtif ve basitlemeci yaklaşımlar ancak bu kulvarda ele alınırsa daha sağlam bir kavrayış elde edebiliriz.



Milletlerin tabiatı siyâsetin tabiatını da belirler gibi bir genellemenin ne kadar doğru olduğu çok tartışmalıdır. Misalden devâm edelim: Bakılırsa görülecektir ki, Lâtin dünyâlar ağırlıklı olarak “Yarı-Merkez”; hatta bir kısmıyla “Çeper” dünyâlardır. Bunu daha basit bir dille şöyle anlatabiliriz: Lâtin dünyâsı güç, etkinlik veya zenginlik îtibârıyla hâlâ “tuzu yeteri kadar kuru olmayan” bir dünyâdır. Diğer taraftan mühim bir kısmında ciddî dağılım ve bölüşüm sıkıntıları yaşamaktadır. Bunlar bir araya geldiğinde Lâtin coğrafyalarda siyâsetin ne için daha “çatışmacı” bir profil verdiğini anlamak kolaylaşır.



Değerlendirmem şunları söylüyor:



1) “Çatışma ve uzlaşma” dengesi büyük ölçüde bir “birikim-dağılım” dengesinin fonksiyonudur. 2) Dünyâdaki değer birikiminden hatırı sayılır bir konum elde etmeden siyâsal tansiyonların düşmesini beklemek safdillik olur. 3) Bu birikim elbette ki tek başına hiçbir şeyin garantisi değildir. Bu sıçramayı başarmış olan veri bir siyâsal coğrafyada çatışma-uzlaşma dengesi birikimin nasıl sağlandığı ile alâkalıdır. Değersel karşılığı olmayan, yâni “alınteri” ve “emek” içermeyen bir birikimin siyâsal karşılığı olmayacaktır. Lümpen birikim süreçlerinden anlamlı siyâsal neticeler veya kurumsallaşmalar umud etmek içi boş bir beklentidir. Buna verilebilecek en sağlam misaller “petrol zengini” toplumlardır. Bunların hiçbirisinde birikim nispetinde bir siyâsal kurumsallaşma görülmüyor. Tam aksine karşımıza despotik yapılar çıkıyor. Bu yapılar kendisine özgü bir dağıtım yapabilir. Bu tarz dağıtım ise tamâmen kırılgan bir besleme ilişkisidir.



Bu değerlendirmelerden çıkarılabilecek ve akabinde itiraza konu olabilecek husus şudur: Yâni belli bir birikim düzeyine gelinceye kadar elimizi kolumuzu bağlayıp oturalım mı? Elbette değil. Çünkü birikim-dağılım sürecinin çatışma-uzlaşma dengesini kurmak için kritik bâzı eşikleri olduğunu düşünüyorum. Bu kritik eşiklerde çatışma-uzlaşma dengesinin bizzât birikim sürecinin geleceğini belirleyen bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Yâni başlangıçta sözünü ettiğim bağımlı-bağımsız değişkenler ilişkisinde belki “geçici” ama bir o kadar da “hayâtî” bir yer değiştirme ortaya çıkar. Bu durumda elbette kimsenin oturup beklemesi gerekmiyor. Tam tersine bu eşik fırsatını sağlam görüp iyiniyetle taşın altına el koymak gerekiyor.



Türkiye'nin tam da bu noktada olduğunu düşünüyorum. Türkiye son 15 senede çok ciddî bir sosyolojik ve ekonomik dönüşüm yaşadı. Bu dönüşüme bu memleketin çalışkan insanlarının alın teri eşlik etti. Bu, kültürel olarak ne kadar sorunlu olsa da asla küçümsenmemesi gereken bir veridir. Bundan sonrası bu birikimin siyâsal ve hukuksal yapılardaki karşılıklarını inşâ etmekle alâkalıdır. Bir sonraki birikimin kaderi de bu inşâ faaliyetlerinin ne kadar esenlikli götürüleceğine bağlı gözüküyor.


#siyasal
#siyaset
#politika
8 yıl önce
Siyasal iklimlerde bir gezinti
X’e kısıtlama an meselesi
Musevî bir yasadan Kızıl Düve miti üretmek
Sosyal çürüme yazıları 2: Her türden bağımlılıklar cumhuriyeti
Bir bu eksikti...
IBAN veren esnafın katli vacip mi?