|
Tarihin iklimi yoktur

Eğer Prag Baharı bunu öğretmediyse, Arap Baharı öğretmiş olsun: İklim doğaya özgüdür ve târihin iklimi yoktur. Doğanın niteliklerini târihe yansıtmak sadece kavrayış eksikliğine, çoğu kez de tembelliğine delâlet eder. Doğaya ilişkin gelişen bir epistemolojiyi, aynı zamanda târihin epistemolojisi yapmak bir 19.Yüzyıl hatasıdır. Bunun sorumlusu, o yüzyılın İngiliz ve Fransız bilim gelenekleridir. Doğrusu, insanbilimleri ile doğa bilimleri arasına bir mesâfe koymayı alışkanlık haline getirmiş olan Alman akademik geleneğin bu konuda çok daha derin ve doğru bir kavrayışı olduğunu görüyoruz. Ülkemizin önde gelen felsefecilerinden Prof. Dr. Doğan Özlem"in telif çalışmaları ve çevirileri, Yeni-Kantçılık üzerinden bu çevreleri bize çok berrak bir üslûpla tanıtıyor.

İlhâmını doğadan alan bütün sanatlar; en başta da müzik, insanlara çok hoş izlenimler ve deneyimler yaşatmıştır. Aklıma hemen Mendelsson"un Fingal Mağarası Uvertürü ve elbette ki Antonio Vivaldi"nin o muazzam melodik lezzetleriyle Dört Mevsim konçertosu geliyor. İş bununla sınırlı kalsa iyi. Ama târih-doğa; hele hele siyâset-doğa bağı; sanat-doğa arasında olduğu gibi kolay kurulmuyor. Kurulmaya çalışıldığı yerde de çok sorunlu durumlar ortaya çıkıyor. İsterseniz önce doğa soyutlamasının mâhiyetine bir bakalım.

Doğayı ayrı bir zâtiyet olarak görmek alışkanlığı Stoacılığın üzerinden gelişiyor. Doğrusu stoiklerin doğayı, pek de biz modernler gibi yorumladıklarını düşünmüyorum. Onların yorumu daha çok, panteistik doğa yorumudur ve bu, biz modernlerin doğaya ayrı bir monad gibi bakma alışkanlığımızla pek de bağdaşmaz. Biz modernler, doğayı kendi varlık alanımızdan ayrıştırma bilincimiz ile temâyüz ediyoruz. Bu bilinç aynı zamanda, uygarlığımızın ne kadar olgunlaştığına (!) da delâlet ediyor. Modernin önünde o güne kadar akıl edilmemiş bir uygarlık ontolojisi uzanıyor. Uygar önce doğadan mesâfe kazanmış, kazandığı için de uygar olmuş bir varlıktır. Bu mesâfe olmadan uygarlık da olmayacaktır. Buradan birbiriyle taban tabana zıt iki düşünce türer: 1- O halde bu mesâfeyi acımasızca büyüterek daha fazla uygarlık elde edebiliriz. 2- Bu mesâfe denetimsiz büyüyüp bir kopuşa giderse uygarlık çöker. O halde yapılması gereken doğayı bir referans kümesi olarak yeniden yorumlamak ve uygarlığın câri ve muhtemel aşırılıklarını engellemektir.

Doğa-târih bağı ilkinin ikincisine galebe çalması için kurulmak istendi. Yâni bu bir aşkınlık ilişkisidir. Buna göre târihin doğası(logosu) yoktur. Onun içindir ki aşırılıklar ve çelişkiler üreten târihin kendi başına hayra yorulacak bir hali de olamaz. Bu yolsuz yordamsız haliyle târih; insan doğasını da kirletmektedir. O halde târihe, doğayı kazandırmak, insanın da yitirdiği doğasına kavuşmasını sağlamak gerekir. Müdahale bu yüzdendir. Târih, doğaya aykırı tortularından arındırılmalı; yaşanacaksa ancak doğaya uygun, ya da doğal bir târih olarak yaşanmalıdır.

Doğacılığın dile getirdiği doğa kavrayışı elbette ki ona birebir uyumlu olmaktan uzaktır. Onların bahsettiği doğa, aslına uygun bir doğa değil, olması gereken olarak şekillendirilmiş bir tasarıdır. Elbette ki orman, hem ağaçların tek ve hür olduğu; hem de bütün orman varlıklarının kardeşçe yaşadığı bir yaşam alanı değildir.

Öte yandan doğacı kavrayışı ''târihe rağmen târih'' düşüncesi olarak da değerlendirebiliriz. Çünkü târihin kendi kendisini yönetecek bir aklı olmadığını gören doğacılar, ona, bu akılsızlığın ürettiği anlamsız hesaplaşmaları tasfiye edecek bir üst akıl şırıngalamak adına doğaya sarılmışlardı. Bu bakışın göremediği ise, târihe özgü birikimlerin derinliğini ve sertliğiydi. Granit kütlelerine kireç taşı muamelesi yaptılar. Seçkin temsilciler, etkili siyâsal-edebi yazımlar aracılığıyla hem kendilerini hem de insanları; uygarlığın moral kaynaklarının târihe galebe çalacağına inandırmaya çalıştılar. Onların inancına göre ilhâmını doğanın saflığından alan moral değerler târihi değiştirecek; bizi öteye ulaştıracaktır. Bu doğa üzerinden temellendirilen dünyevî bir ahiretçiliktir (escatology). Öte yandan bu kurgunun trajik kurguya olan yakınlığını ancak önemli bir farka işâret ederek kabul edebilirim. Trajedyanın kurgusunda olayların sonucunu bilmesine rağmen fiilinden vazgeçmeyen ve sonunda bildik ve beklenen sonuçlara uğrayan kahramanlar yatar. Ama, trajik durumu târihte ve toplumsalda sahnelemenin zorlukları; tiyatro salonundaki sahnelemenin zorluklarıyla kıyaslanamayacak kadar ağırdır. Ayrıca târihsel süreçlere trajik anlamda bir dramaturji kazandırmaya çalışmanın belli bir tecrübe eşiği aşıldıktan sonra inandırıcılığı da kalmıyor. Çünkü âhiri olmayan ve sürekli yenilenen (genesis) trajik durumu eskatoloji ile yürütmek olacak iş değildir. Bu nedenle bir doyum aşamasından sonra, süreçler dramaturjik kurguya değil; tam tersine o kurgu süreçlerin denetimine giriyor. Duygulu anlatılara kavuşturulan trajik-patetik hikâyeler ters yüz edildiğinde, vaz edilen ve beklenenden çok farklı tablolar ortaya çıkıyor.

Ortega Y Gasset , ''insanların doğası yoktur; târihi vardır'' diye yazar. Doğacı bakışa tepki olarak gelişen başka bir bakış; tam tersine doğa-târih ilişkisini reddetmiş ve târihi fetişleştirmiştir. Bu bakış dezavantajlı târihsel konumu olan toplulukları, diğerlerine karşı yüksek dozda bir moralle harekete geçirmeyi, açıklarını kapamayı ve konumlarını daha avantajlı kılmayı amaçlar. Yâni târihsel hesaplaşmaları tasfiye etmek için değil; o hesaplaşmaları veri alıp, avantaj elde etmek adına târihi kullanır.

Doğa ve târih üzerinden gelişen bakışların pratikte insanlığa ödettiği ağır faturalar vardır. Ama artık daha vahim bir durumu yaşıyoruz. Artık doğacılık ve târihçilik çatışmıyor. Geç modernlikte, her ikisi de özgül ağırlıklarının ortadan kalktığı özel bir entelektüel terbiyeden geçirilerek bir döküme (fusion) konu oldu. Yeni zamanların kültürü, doğa ve târih vurgusunu eş anlı yapabilen, gerektiği zamanlarda her iki bakışı da dönüşümlü olarak kullanabilen bir esnekliğe sâhip. Bu esnekliğe klâsik anlamda ne eskatoloji ne de trajedinin sığacağını; bunun yerini başka şeylerin aldığını söyleyebilirim. İşleyiş kabaca şöyle; önce doğacı bakışın imgeleri harekete geçiriliyor. Eskatolojik duyumsamalar yaratılıyor. Bunların neo-pagan kültür kodlarıyla eşleşen çok hafif (light) formları olduğu söylemeliyim. Devrimlerin ''kızıldan turuncuya'' evrilmesi ve son derecede pagan bir imge olan ''bahar'' ile eşlenmesi buna örnektir. Eskatoloji artık en şenlikli (gay) boyutuna ulaştı. Yeni eskatoloji, Bahtin"in sözünü ettiği karnavalesk ile; trajik durum ise tepkisel boşalım (catharsis) ile eşleşiyor. İçine kültürel saflığımızla gireceğimiz büyük insanlık karnavalında, târihimizden arınıp doğamıza ereceğimiz imleniyor. (Tahrir Meydanı manzaralarını hatırlayalım). Her bahar karnavalesk tarafımızı harekete geçirmez mi? Lâkin bir süre sonra, bu şenliğin altından kara giysileriyle târihsel kötüler çıkacak ve ortalığı kana bulayacaklardır. Bu kadar kusur kadı kızında da olur: en mâsum karnavalda bile kan dökülür. Arap Baharı çoktan bitti. Başka târihsel baharlar görmemek; baharı sâdece bahar olarak yaşamak dileğiyle...

12 yıl önce
Tarihin iklimi yoktur
İkiyüzlü dünyanın 200 günü
Garson nereye baksın?
İnsafsız takas!
Erdoğan’ı/AK Parti’yi Kürtsüz bırakma operasyonu…
Riyakâr Bey ile ‘Yamyam’ Biraderler