|
Teatral bir tartışma konusu olarak eğitim

Önce Lâtince bir deyim olarak tezâhür etti: Theatrum Mundi. Çevirelim: Tiyatro Dünyâ. Daha sonra bütün zamanların en büyük tiyatro ustası Sheakespeare bu deyimi çok berrak bir şekilde işledi: “Hanımlar, beyler: Dünyâ bir tiyatrodur. Ve hepimiz bu sahnedeyiz”.



Târihsel olarak bütün çeşitlemeleriyle, yaşanan insanlık durumlarını oyunlaştırmak sûretiyle bu sanat, insanlığa bir ayna tutmayı hedeflemiştir. Onun için, özellikle de iktidâr odaklarınca pek de sevilmemiştir. Tiyatronun bir târihi olduğu kadar, anti-tiyatronun da bir târihi var. Anti-tiyatro, tiyatroyu en kırılgan olduğu yerden vurmaya çalışır. Oyunlaştırılan gerçekliğin , gerçeği dejenere ettiğini, hattâ bu suretle insanlığı gerçekten uzak düşürdüğünü ileri sürer. Meselâ , yalan söyleyen veyâ kelimeleri, davranışları eğip bükenlere yüksek perdeden bir uyarı gelir: “Tiyatro yapma!”….



Aslında farketmiyor, eğer bir sanat olarak değil de hayatın özlü ve kapsamlı bir hakikâti olarak bakacak olursak; cümle anti-tiyatroların da kısa zamanda teatralleştiğini görebiliriz. Oyunlaştırmaya karşı çıkmak bizi oyundan düşürmüyor; olsa olsa ve de en tatsız tuzsuz hâliyle oyuna katıyor ; oyunun bir parçası hâline getiriyor. Teatral durumlar insanlığın en temel renklerinden birisini veriyor. Evet, teatral durumların tarzları çok değişken olabilir. Ama târihçi Huizinga'nın da vurguladığı gibi teatrâl durumun kendisi sâbit kalır. Ne demiş üstâd: Homo Ludens: “Oynayan İnsan”…Evet insan, en dramatik,trajik ve komik oyunların içinde ömr-ü hayâtını ikmâl ediyor. Arada kalan , melodram, trajikomik gibi sayısız gri türler de cabası.



Eğitim aslında hangi oyunun nasıl oynanması gerektiğini öğreten kültürel bir süreçleri anlatır. Açalım: Eğitilmiş insan, her oyuna girmeyen; oynayacağı oyunun kurallarını, yâni nasıl oynayacağını öğrenerek bilen insandır. Eğitim ister modern, ister geleneksel olsun, her zaman içimizden gelen oyunları bozar. Hattâ yok eder. Belki de çocukluk, içimizden gelen gelen oyunları doyum tokum oynayabildiğimiz ender ayrıcalıklı hayat evremizdir. Hoş bu evrede bile “olgunlar”ın baskısı hissedilir. Terbiyeye dâvet her defâsında oyunları bozar. Daha ileri yaşlara doğru; “Oyunu bırak, çalış” gibi telkinleri daha yüksek perdeden işitiriz. Mektep bizi “kendimize getirir”. Foucault'nun eğitim târihini disiplin toplumunun baskıcı, örseleyici ,ezici etkileri olarak ele alması bu sebepledir.



Modern eğitim, eğitim târihinin en disiplinli aşamasını ve tarzını veriyor. Bunun ne için böyle olduğunu biliyoruz. Herşeyden önce sermâye birikiminin gerekleri “baş rolü” oynuyor. Boş zamanın kötülük olduğu düşüncesi, çalışmanın erdem olduğu düşüncesiyle eşleşiyor. Hâlbuki, Theodor Veblen'in, sosyolojisini derin bir şekilde işlemiş olduğu üzere; geleneksel dünyâda “boş zaman” bir ayrıcalıktır. Geleneksel dünyâda hayâtın sürmesini sağlayan en kritik iş ve işlemler bile, boş zamanları tedirgin eden fazlalıklar kabilinden “ağırdan alınır”. Modern insanın ise kaybecek zamânı yoktur. Çalışmak, çalışmak…..



Üretim toplumunun âmentüsü, “oku ve çalış” tan ibârettir. Hayâtı yavaşlatan, aksatan, okumayı ve çalışmayı engelleyen veyâ engellediği varsayılan herşey lânetlenir. Meselâ modern eğitim ve öğretimin, yer yer husûmete varan din ve gelenek alerjiisinin de kaynağında bu yatar. Maksimalist ve köktenci modern eğitim-öğretim anlayışları din ve geleneğe müfredatta dışlayıcı bir tavır takınırken; minimalist ve uyuşumcu bakış tam tersine bir yol tâkip eder ve ayıklanmış, tornadan geçirilmiş bir dînin veyâ geleneğin “okumayı ve çalışmayı” teşvik edeceğini iddia eder. Modern eğitim-öğretimde bu iki tür yapılanmanın misâllerini görebiliriz.



Son yarım asırda üretim toplumunun aşam aşama çözüldüğünü görüyoruz. Bu çözülme herşeyden önce bir rahatlama sağladı. Çünkü aşınan ve çözülen “disiplin toplumunun” bizzat kendisi olarak gözüktü. Bu süreç Pink Floyd'un eşsiz albümü “The Wall” ile kutsandı ve tescil edildi. Pekiyi bunun yerini ne alacaktı? Zaman içinde bunu da gördük. Sermâye târihi devâm ediyordu. Zâten çözülme, insan irâdesinin müdahalesi ile değil, sermâye birikimi ve artışının yeni gerekleri ile açıklanabilir. Sermâyenin aklı kendisini kanatlandıran disiplinli üretim toplumunu artık kendisini aşağıya çeken bir fazlalık olarak görüyordu. Yeni yapılanmalar “özgürleşme” ve “boş zaman” gibi rahatlatıcı vaadler üzerinden esnek işlere doğru evrildi. Üretim toplumun mâhut meslekî ağı delindi ve paramparça edildi. Bu, teatral durumu; yâni “oyunu” açığa çıkardığı için benim açımdan bir tarafıyla hayırlı. Ama , devâmı için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. Elbette çok su kaldırır ,ama kabaca gördüğüm şu: Üretim toplumunun çok ciddî bir şekilde ele aldığı eğitim-öğretim süreçlerinin kodları muhafaza ediliyor; halâ bir ilk, orta ve yüksek eğitim var. Ama bunlar bizzat tüketim toplumunun ticârîleştirici etkisi ile bambaşka bir bağlama itilmiş durumda. Eğitim ve öğretimin insanları maharetli ve hünerli kılma iddası devam ediyor. Ama artık olgunlaştırma iddası yok. Tüketim toplumu çocukluğun ebedî kılınmasını emrediyor. İstikbâl Cin Ali'lerin buluşlarına endekslenmiş durumda. Kindergarden'lerden katma değer artışı sağlayacak müthiş çocukları bekliyoruz. Bizim Steve Jobslarımız, Bill Gates'lerimiz, Sergey Brin'lerimiz, Jack Dorsey'lerimiz; oldu, oldu, olmadı olmadı.



Şu aralar maksimalist ve minimalistler arasında kıyasıya sürdürülen ciddî eğitim tartışmalarını izlerken sıkılırsanız Cem Yılmaz'a dönün derim: Eğitim şart(!)…..


#Sheakespeare
#Tiyatro
#Theatrum Mundi
7 yıl önce
Teatral bir tartışma konusu olarak eğitim
Kara dinlilerle milletin savaşı
İnanç ve özgüven
Oyun içinde oyun…
Efendimiz’in (sav) Zekatı-1
Milyonlar milyarlar havada uçuşuyor