|
Türkiye"de sol, bilgi ve değer üretemedikçe saldırganlaşıp eylem üretiyor

Altmışlılar, bu ülkenin talihsiz kuşağıdır. Darbeler kuşağıdır bu kadersiz ve kısmetsiz kuşak. Hepsi değilse de büyük çoğunluğu çok erken yaşlarda politize olmuşlardır. Meselâ benim öğretmen emeklisi babam, öğretmenler için kurulmuş devrimci bir öğretmen derneğinin üyesiydi ve bu sayede politize olduğumu söyleyebilirim. Benim gibi daha pekçok altmış kuşağı insanı benzer şeyleri yaşamışlardır. En azından babamın öğretmen arkadaş çevresinden ve onların çocuklarından, bunun böyle olduğunu söyleyebilirim.

12 Eylül"de yirmi yaşında devrimci saflarda yer alan biriydim. Katıldığım eylem sayısı fazla değildi, ama gençliğim –kendi çapımda ve hayli sessiz sedasız- sol ideolojiye hizmet etmekle geçti. Ancak, anlatacak epey hikâyem olduğu kesin. Öğretmen Lisesi"ndeki öğrencilik hayatımız boyunca beynimiz, daha okulun birinci sınıfına başladığımız andan itibaren geleneksel köy enstitüsü misyon, anlayış ve siyasal-ideolojik eğilimleri doğrultusunda yıkandı diyebilirim. Liseden sonra bir-iki yıl ara vermek zorunda kaldığım eğitim boşluğunda da aynı çizgiyi devam ettirdim. Üniversite düzeyindeki sol ideoloji ile de bu arada, henüz üniversiteye başlamadığım süreçte tanışma fırsatım oldu. Solun o zamanlar çeşitli fraksiyonlara bölünmesiyle kendi içinde ciddî tutarsızlıklar yaşadığını söyleyebilirim. Ben bu fraksiyonlar içinde dolaştım. Hepsinin beyin yıkama yöntemi aynıydı ve köy enstitüsü kalıntısı mekteplerdeki formatla hayli benzerlik arzediyordu… daha başlar başlamaz elinize tutuşturulan "okunacak kitaplar" listesi, dönüşümlü okunan birkaç kitap, ezberletilen birkaç slogan, ezberletilen yaklaşımlar, belirlenen ve hedefe konulan bir "düşman" profili… faşist, gerici, zararlı. Bir zaman sonra yavaş yavaş eylemlere çağırılmaya başlamanız, hatta sülâlenizde ve arkadaş çevrenizde sempatizan olanları da çağırmakla vazifelendirilmeniz, yine bir zaman sonra ve yeterince "güvenilir" bulunmaya başlayınca elinize tutuşturulan taşlar, sopalar, gece görevlendirmeleri, afiş asma ve duvarlara slogan yazma, gece devriyelerinden kaçıp karanlık sokaklara dalma hareketliliği. Böyle başlıyorsunuz solcu olmaya… ezberleyerek, ezberletilerek, yönlendirilerek, görevlendirilerek, görüş ve düşünce alanınıza bir çizgi çekilerek. Bir gün geliyor, hâlâ aynı sloganları ve ezberletilmiş bir ideolojik çerçeveyi tekrar edip durduğunuzu, havada sıkılı kalmış bir sol yumruktan başka hiçbir şeyinizin kalmadığını farkediyorsunuz. Bugün adeta kutsallaştırılan ve "yanlış yapmasının mümkün olmadığı algısı" oluşturulan ve böyle tanımlanan "solcu öğrenci"ye sunulan reçete ile… okunacaklar ve bağırılacaklar listesi ile dün bizim gibi "devrimci" sözünün hoş ama bomboş câzibesine kapılıp sol cenaha yanaşanlara sunulan reçete arasında hiç fark yok. Benim yirmi yaşında olduğum "geçmiş zaman" ile bugün yani "şimdiki zaman" arasında tam otuz iki yıl geçmiş. Ama bu zamanda Türk solunda hiç bir şey değişmemiş, sol hiç gelişmemiş.

Şaşırdığım ve zaten solcuyken de sorgulayıp cevap bulamadığım çok basit sorulardan biri şu: "Özgürlükten bahsediyoruz… bu çok güzel. İnsan özgür bir varlık olmalı. Ama başkasının solcu olmama özgürlüğüne saygı göstermediğimiz gibi, onu bu özgürlüğünü kullanma hakkından ve değişik tercihlerinden dolayı bir kuytuya çekip pataklıyoruz. Bu bir çelişki değil mi ve bunun özgürlükle izah edilebilir bir yanı var mı, "insan" olmakla izah edilebilir bir yanı var mı ? Özgürlükten bahsediyoruz, ama, - elbette görüşlerine katılmamak gibi bir özgürlüğümüz varken ve özgürlüğü sadece kendimiz için önemserken- bu ülkenin başbakanının üniversiteye girmesine eylem dozunu artırarak direniyor ve engelliyoruz. Bunu nasıl anlamalıyız, bir başbakana bile haddini bildirme cesaretini kanıtlama gösterisi mi ? Ya da üniversitemizde yaptığımız eylemlerden dolayı bizi desteklemeyenlere hangi hakla gözdağı verip protesto ediyor veya yalakalıkla suçluyoruz ? Neden bizim yaptıklarımızı eleştirmesinler ve medyaya eylemleri boşa çıkaracak beyanda bulunmasınlar diye üniversitelerimizin yöneticilerinin kapılarını tekmeliyoruz, neden tehdit ediyoruz, neden üniversitede işi bilimsel çalışma yapmaktan çok üniversite içindeki sol öğrenci yapılanmasını oluşturmak ve okul yönetimi ile haberleşmeyi sağlamak olan asistanları kullanıyoruz ve bu asistanlar, herkesin görebildiği gerçekliğe rağmen bir bilimadamı adayına yakışmayacak biçimde gerçekleri nasıl saptırabiliyor ? Üniversitelerdeki sol görüşlü asistanlar, bir zamanların ideolojik kadrolaşmasının bir sonucu olarak mı oradalar ? Yanlışlarımızı herkes desteklemek zorunda mı ? Ya da "Neden bir eylem yapmadan önce o eylemi nasıl yapacağımıza dâir hazırlıklar yapmamıza, atacağımız taşı hangi ağacın altına , yakacağımız lâstiği hangi kuytuya koymamız gerektiğini önceden ince ince hesapladığımız halde, eylemlerden sonra medyaya hâlâ masumiyet mesajları vererek, mağdur edilmiş görüntüsü vererek ve yaptığımız "taş atmacalı, lâstik yakmacalı" eylemlerin aslında hiç de spontane eylemler olmadığını, hatta çalışılmış, hazırlanılmış, hangi eylemci arkadaşın nerede durup neler yapacağına varıncaya kadar planlanmış eylemler olduğunu söyleme dürüstlüğü göstermiyor da yalan söylüyoruz ve böylece belki kamuoyu tarafından çok iyi anlaşılabilecek –seviyeli olması gereken bir kalkışmayı- kendi aleyhimize çevirme basiretsizliği gösterebiliyoruz ?" Bunu neden yapıyoruz ya da birer üniversite öğrencisi aklına sahip olmamız gerektiği halde, birileri tarafından kullanılıyor olma ihtimalimizi neden düşünmüyoruz ? Velhâsıl, sorular çok. Ama meselâ ODTÜ"lü ve kendisini "devrimci" olarak tanımlayan, emperyalizme karşı da direndiğini düşünen bir öğrencinin şunu yapması gerekirdi: Türkiye gibi emperyalizme, bilgi ve teknolojide süper güçlere bağımlı bir ülkenin, görevi ülkemize bilim ve teknolojide çağ atlatacak bilim adamları yetiştirmek olan ODTÜ gibi bir üniversitesinin "devrimci" bir öğrencisi olarak, onu bunu devirmek olarak tanımlanabilecek ütopik devrimciliği bir yana bırakıp, Türkiye"yi bilim ve teknolojide dışa bağımlılıktan kurtaracak ve ülkemizin uluslararası prestijini de artıracak teknolojik buluşlara imza atabilmek için gece gündüz çalışmak !

Bugün ülkemizin çeşitli bölgelerinde ısınma imkânı olmayan okullar var, çocuğunu okula gönderemeyen aileler var, okula ayakkabısız, çantasız, paltosuz gitmek zorunda olan çocuklar var. Bu okullardaki eğitim imkânları, bu ülkenin çoğunluğu yoksul ama fedakâr insanlarının vergileriyle sağlanıyor. Bizim üniversite eğitimimiz sırasında, masasından sandalyesine, yazı tahtasına, camına çerçevesine kadar dersliklere nasıl zarar verildiğini düşünüyorum da, kendisini yurtsever diye tanımlayan hangi solcunun, imkânsızlıklar içinde oluşturulmuş bu eğitim imkânlarına zarar verme hakkı var diye düşünüyorum ? Kendisini yurtsever diye tanımlayan bir eylemci, meydanlarda eylem yaparken siftah etmeden kepenk kapatan esnafın camını çerçevesini hangi hakla indirip bu insanlara zarar verebilir ? Neden Türk solu yıllarca ve ısrarla bu şiddet içeren protesto ve eylem biçimini kullanmaktadır ?

Muhalefet etmenin ve başkasının yaşama hak ve özgürlüğüne, inancına, değerlerine zarar vermeden ve hakaret etmeden, saldırganlaşmadan yapılan protestonun demokratik bir hak olduğuna her zaman sağlam bir inançla inanmışımdır. Demokrasi olacaksa, muhalefet ve hatta protesto da olabilmelidir. Eğer düzgün, seviyeli ve anlamlı yapılır ve kulak verilirse -en azından- "muhalefet ve protesto edilenin" belki yaptıklarını gözden geçirmesine, yanlıştan dönmesine ve kendisine çeki düzen vermesine katkı bile sağlayabileceğini düşündüğüm için muhalefeti ve protestoyu önemserim de. Ama yapıcı, tamamlayıcı, içi dolu bir muhalefeti ve protestoyu kastediyorum.

Ülkemizde bugün az da olsa tutarlı, okuyan, dürüst ve konuşulabilir sol görüşlü arkadaşlarımızın olduğunu biliyorum ve bu yazdıklarımla asla onları rencide etmek istemem. Ama genel olarak Türkiye›de sol, ne yazık ki bir bilgi ve değer üretememiştir. Bilgi ve değer üretememek de saldırganlığı ve hırçınlığı beraberinde getirmektedir. Bence Türk solunun içinde bulunduğu en önemli çıkmaz budur ve bunu aşması da imkânsız görünmektedir. Garip olan, Türk solu kendi toplumsal tezlerinden ve yaşama biçiminden bir «sol düşünce» de üretebilmiş değildir ve ne yazık ki tercüme bir ideolojiye sahiptir. Bilgi ve değer üreten bir sol ideolojinin bağımsız hareket etmesi, provokasyonları deşifre edecek kadar gelişmiş olması –ki ülkemizdeki siyasi yakın tarihin Türk soluna bu olgunluğu ve tecrübeyi kazandırmış olması gerekirdi- ve meselâ işi bilim üretmek, ülkemizi bilgi ve teknoloji açısından dışa bağımlı olmaktan kurtaracak bilim adamlarını ve düşünürlerini yetiştirmek olan üniversite yönetimlerini protesto edebilecek düzeye sahip olması gerekirdi. Ama bunu, ülkemizde birileriyle hesaplaşma içine girerek ve bu düşmanlıklarını üniversite gençliğini, yani kendilerini kullanarak sürdürenlere karşı da yapabilmeliydi. Türk solu bu tutarlılığı ve düşünsel-eylemsel sıçramayı bunca tecrübeden sonra gösterebilmeliydi. Eğer yöntem, dil, içerik, söylem ve eylem biçimi, ideolojik doluluk (veya boşluk) otuz-kırk yıl öncesinin yöntemi, dili, içeriği, söylem ve eylem biçimi ile aynı ise ve bu ideolojik hafiflik giderilememişse, Türk solu adına değişen, gelişen, yenilenen hiçbir şey yok demektir. Bu da Türk solu adına üzüntü verici bir durumdur.

Geçen gece bir televizyon kanalında bir profesörün, ODTÜ eylemlerini destekleyici konuşması arasında Noam Chomski örneğini verdiğini ve Chomski ile Türk solunu paralelleştirme çabası içerisine girdiğini gördüm. Oldukça gülünesi, ya Türk solunu ya da Chomski"yi tam olarak anlayamamış olmanın verdiği bu yaklaşımı gördükten sonra Türk solu ve Türk solunun ideologları Noam Chomski gibi orijinal, düzeyli bir eleştiri dili geliştirsinler, kendi iç çelişkilerinden kurtulsunlar ondan sonra Türk solu ile Chomski"yi paralelleştirsinler diye dostça bir tavsiyede bulunayım kendilerine.

11 years ago
Türkiye"de sol, bilgi ve değer üretemedikçe saldırganlaşıp eylem üretiyor
Talep ve meşruiyet sorunu
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim