25 Eylül'den beri Kuzey Irak’ta yapılan referandumu büyük bir heyecanla tartışıyoruz. Meselenin bir ucunda askeri harekât hatta savaş olan konunun sıcaklığı tarafların soğukkanlı tartışmalarına imkân vermemiştir. Bölgesel gelişmeler ve geçen zaman artık meseleye daha soğukkanlı, duygulardan, dostluk ve husumetlerden, menfaat ve aidiyetten bağımsız bakmamızı zorunlu kılmıştır.
Şahsi ihtirası ve siyasi geleceği adına Kürtleri ileri sürüp kumar oynayan Barzani’nin tavrı üzerinden okumaların sürdürülmesi yeni bir kısır döngüyü getirecektir.
Kürt milliyetçiliği ve Kürtlerin devlet kurma talep ve hakkı üzerinden okumak da meseleyi tarihi bağlamından ve dünyanın bugün ulaştığı gerçeklerden uzaklaştırıp ilkel bir zemine oturtmak olacaktır. Aynı şekilde sorunun etnik temelli; Kürtlük, Araplık ve Türklük meselesi olarak ele alınmasının bir çözüm getirmeyeceği aşikârdır.
Konunun ne “halkların kendi kaderlerini tayin konusundaki sosyalist romantizm” ne de teorisi güçlü, pratiği zayıf “İslâm kardeşliği” ekseninde tartışılması da yeterli olmayacaktır. Hele meseleyi mezhep bağlamında Sünni ve Şii taraftarlığıyla veya bölgede egemen olan Nakşilik ve Kadirilik rekabeti ya da sempatisiyle okumak sahadaki yangına körükle gitmektir.
Meseleye uluslararası sistem gibi Kerkük’ün sahip olduğu rezervler üzerinden bakılması da paylaşım problemini tırmandırmaktan ve uluslararası şirketlere menfaat sağlamaktan başka bir şey değildir.
Peki, meseleye bin yıllık Türk yurdu yani “Gökyurt Konağı” olan Kerkük zaviyesinden bakmanın yukarıdaki argümanlardan bir farklı var mıdır? Tarihi, üzerinde dönem dönem yaşanan baskı ve yıldırmalara rağmen hâlâ koruduğu demografik yapısı ve kültürü Türkiye’nin ısrarla savunduğu “Kerkük’ün Türklüğü”nün en büyük ispatıdır. Siyasal tartışmalar ve hesaplar bir yana bunda hiçbir kuşku yoktur.
Ama başlığı tekrar edelim: Türkiye’nin “Kerkük Meselesi” yoktur.
Bu iddianın ironik anlatım olduğu zannına kapılmış olabilirsiniz. Fakat kastım bu değildir. Uzun yıllar kendi Kürt vatandaşlarının problemi ile yüzleşemediğinden sınırları dışındaki Türk/Türkmenler ile ilgilenme cesareti gösteremeyen Türkiye’nin “Kerkük meselesindeki” acziyetini hatırlatmak da değildir niyetim. ABD’nin Çekiç Güç ile başlattığı ve bugünün hesabının 90’lı yıllardan itibaren yapıldığı sorun karşısında, tarihi bir gerçekliği olup sahaya yansıtılamayan “Kuzey Irak” yerine ürettiğimiz “Irak’ın Kuzeyi” formülünü de tartışmak niyetinde değilim.
Bugünkü mesele bir coğrafya ve onun üzerinde yaşanan tarih meselesidir. Sorunu işgallerden, petrolün keşfinden, zorunlu nüfus hareketlerinden, katliamlardan ve her türlü etnik ve mezhebi taassuptan önce var olan bölge jeopolitiği üzerinden okumak gerekmektedir.
Tarih boyunca bölgenin kaderinde rol oynamış bütün eski siyasi yapılanmaların düzenlemeleri elbette önemli bir veridir. Ancak çok geçmişe gitmeden sınırlı sütunumuza bile sığdırabileceğimiz argümanlar bize yeterli olacaktır. Öyleyse meselenin gerçek adını koyalım. Mesele Erbil’deki Barzani, Sincar’daki Kürt Yezidiler, Süleymaniye ve Kerkük’teki Talabani; Kerkük’teki Türkler veya Araplar meselesi değildir.
Mesele “Musul Vilayeti Meselesidir”.
Musul Vilayeti yukarıda hatırlattığımız bütün unsurları ve daha fazlasını içermektedir. Sorunun ortaya çıktığı tarihlerdeki adı da, çözüm arayış sürecindeki başlığı da “Musul Meselesi”dir.
Cumhuriyeti yeni kurmuş, ağır sorunlar ile yüzleşmesine rağmen Türkiye’yi İngilizler ile savaşın eşiğine getiren de aynı konuydu. Nitekim 1924’te benimsenen ve 1926 yılında anlaşmaya bağlanan Brüksel hattı da Musul sınırıydı. Türkiye’nin bu anlaşmada elde ettiği küçük pay Kerkük’ten değil, topyekun Musul petrollerindendi.
Türkiye geçmişteki bütün tezlerini, sadece Kerkük’ün değil, bütün Musul Vilayeti'nin kaderinin Anadolu ile birlikte olduğu prensibine dayandırmıştır. Geçen zaman bu gerçeği değiştirmemiştir.