Demin de söylediğim gibi, son on beş yılda Türkiye dünyada çok görülen bir yer oldu. Ama bunun son birkaç yılında, dışarıdan görünüşü o kadar parlak değil açıkçası.
İLK KEZ HALKTAN BİR KARAKTER ANLATIYORUM
Evet, benim romanlarımda daha çok Nişantaşılı burjuvalar, eski İstanbullular, entelektüeller, K gibi şairler, toplumun orta ve üst sınıfından insanlar varken şimdi daha kitabın açılışından Konya’nın bir köyünden İstanbul’a gelen, kendi elleriyle yaptıkları gecekondu -bu kelimeyi mümkün olduğunca az kullanmak istiyorum aşağılayıcı bir kelime- evlerde oturan insanların hikâyesini anlatıyorum. Ben İstanbul’u onlarla paylaştım, onlardan alışveriş yaptım. Benim yaptığım onları otuz yıl sonra tekrar bulup, köylerine gidip onlara hayatlarını anlattırmak oldu.
KİTABIN KALBİ BURADA YATIYOR
Evet, kitabımın kalbinde yatar bu, sorduğunuz için teşekkür ediyorum. Rousseau’nun kitabından bir alıntıdır. (okuyor) “Bir parça araziyi ilk çeviren ve ‘Burası benim’ deyip kendisine inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk kişi, sivil toplumun gerçek kurucusudur.” Bu ifadeye de göndermeler var romanda. Kahramanlarımız, ilk yüz sayfasında arsa çevirmek denen şeyin etrafında duruyorlar. İsterlerse şehir içerisinde evleri olsun isterlerse Karaköy ya da Eminönü’nde yaşasınlar, arsa çevirmek denilen şeyin peşinde oluyorlar. Ümraniye ya da Üsküdar’ın arkalarına gidip orada iki şahit bulup bir yeri çeviriyorsun, ağaç dikiyorsun, seviyorsun, özeniyorsun… Başını sokacağın bir ev… Kitap, bütün bu insanları ayrıksı, tuhaf görmek değil, asıl hayat budur diyen, bu insanları merkeze almak isteyen bir hikâye... Bu romanda Nişantaşlı burjuvalar bilmem neler, kenarda duruyor ve Mevlut onlarla hafif bir çatışma halinde…
TANPINAR KÜLTÜRÜN YAPICISIYDI, BEN OLANLARI ANLAMAYA ÇALIŞIYORUM
Olduğunu düşünmüyorum. Kar diye bir roman yazdım yıllar önce, orada Kars’a gittim, Türkiye’deki siyasal İslam da diyebilirsiniz, muhafazakârların öfkesi de askeri darbeye öfke de diyebilirsiniz o durumu anlatmak için oraya gittim. Burada şehrin, diğer romanlarımda göremediğim yerlerini ve insanlarını anlatmak istiyordum. Son on yılın siyasi gelişmeleri şöyle veya böyle olmasaydı da ben bu insanları anlatacaktım çünkü onlar buradaydılar. Son on beş yıllık siyasi gelişmelere tabi ki romanda göndermeler yaptım. Ama o gelişmeler değildir bu kitabın var olma gerekçesi, o insanların varlığıdır.
Teşekkür ederim. Romanlarım birer terkip. Tanpınar, o kültürlü, o eğitimli zeki adam o zaman birçok yerden baskı hissediyor üzerinde. O da modern olmak istiyor. Ama bağlı olduğu Osmanlı müziği, şiiri, edebiyatı, kültürü var. O ikisi arasında kalıyor. Geçmiş çok güçlü ve önlerinde bir gelecek var, iyimserler. Öyle bir dünya… Soru, gelecekte nasıl bir terkip olacağı. Kafasında bu sorular olan birisi. Bense burada mütevazı olmak zorundayım. Tanpınar kendini kültürün yapıcısı, düşünürü, araştırmacısı olarak görüyor. Yeni bir terkip nasıl olmalı sorusunun cevabını arıyor. Ben nasıl bir terkip olmalı diye soramıyorum. Ben ancak olup biteni anlamaya çalışarak, arkadan yetişmeye uğraşıyorum. Mevlut gibi bir insanı anlatmaya çalışıyorum. Ben biraz daha gazeteci gibiyim. Tanpınar da Huzur’u bugün yazamazdı, o günlerde yazabilirdi.
Ben Cihangir’de yazdım da… (gülüyor) Evet, tabi. Bir satıcı nerede barınıyorsa, Tarlabaşı’nda, Kültepe’de, Duttepe’de… Mevlut, insiyaki olarak geçmiş şeylere ilgisi olan ama Osmanlı hakkında hiç bilgisi olmayan biri. Tanpınar kahramanlarından daha bilgisiz Osmanlı konusunda. Ama bir geçmiş hayaline, eski mezarlıklara, eski duvarlara… İster dini olsun, ister sivil olsun binalara merakı var. O merakını seviyorum.
Modernleşme kimlik kaybına yol açıyor
Güzel soru. Önce bu soruyu biraz daha irdeleyelim. Mevlut, çoğumuzun içinde olan daha iyi bir hayat yaşama, daha az çalışıp daha çok dinlenme isteği olan ve bu bakımdan son derece normal biri. İsteklerinde haklı. Ama tabi ki bir milyonken on milyon olan bu şehirde herkes bunları isterse şehir tahrip olur, eski binalar gider, kültür değişir, seni sen yapan çevre de değişir. Değiştiren de sen olursun. Mevlut’un ikilemi belki de modernliğin konfor ve rahatlığını isteyip, onun getirdiği yalnızlaşma, kültür değişimi ve modernlik karşısındaki kimlik kaybını hazmedememesi. Ve bu da normal… Şimdi bizim yaşadığımız gibi bir büyük zenginleşme, gelişme olunca istediğimiz kadar direnelim kimliklerimizi kaybederiz. Aslında kimliklerimizi kaybetmemek için biraz muhafazakâr kültüre merak artar.
ZENGİNLEŞME YOZLAŞMA GETİRİR
Orta ve yukarı sınıfların ‘Çocukluğumun İstanbul’u ne kadar güzeldi’ duygusunu anlıyorum. Çünkü herkes kendi çocukluğunun, gençliğinin şehrinin muhafaza edilmesini ister. Ama ‘şehre dışarıdan gelenler, onun kimliğini bozdular’ söylemine inanmam, yanlış ve aşağılayıcı bulurum. Şehir değişti evet yukarı sınıftan burjuvaların bakış açısına göre bir anlamda şehir bozulmuş da olabilir. Ama ben hikâyeyi yalnızca bozulma hikâyesi olarak görmem, bir zenginleşme, bir değişme hikâyesidir her şehrin hikâyesi. Yaşlanan kuşaklar ‘bozulma’ der, yeni kuşaklar ‘neler yaptık neler’ der. İstediğiniz yerinden görebilirsiniz. Tek bir hikâye yoktur ve her zaman da böyle olacaktır.
İnsanlara bina lazım, hiç şüphe yok. İnşaat yapmak lazım, bunlara itirazım yok. Zaten kitabım onlarla da uğraşmıyor. Kitap olsa olsa zenginleşmenin, insanın manevi hayatını biraz budadığını, birazcık yozlaşma getirdiğini söylüyor. Kitabın sonunda biz Mevlut’u seviyorsak biraz da zenginleşmeden pay alamadığı için. Amcaoğulları kadar gaddar olamaması, hayatının temel kararlarında daha şiirsel davranması sebebiyle…
OLANI YAZDIM TARAF TUTMADIM
Değildir. Ama çok zordur. Bir insanın zenginleşip de işe başladığı sıradaki değerlerini koruyabilmesi çok zordur.
Bir ülkenin zenginleşmesi, ancak gidip başka bir ülkenin kanını emmiyorsa, sevindirmekten başka bir şey vermez hiç kimseye. Ancak zenginleşirken bazıları altta kalır, bazıları üste çıkar. O da gelir dağılımında çıkar ortaya. Türkiye ne yazık ki, dünyada gelir dağılımının dengesiz olduğu ülkelerden biri. Son on-on beş yılda büyük zenginleşme oldu. Kutluyoruz bunu yapanları. Ama gelir dağılımında adaletsizlikler de var. Yalnızca zenginleşmeyi değil, bunu da görmeliyiz. Türkiye, değişti, büyüdü, zenginleşti ama gelir dağılımındaki eski adaletsizlik kaldı.
Evet, zenginleşme ve büyüme olduğu vakit şehirlere büyük kalabalıklar sığınıp, orada büyük üretim yaptıklarında o şehrin eski kimliğini koruması neredeyse imkânsız. Bu evrensel bir hikâyedir. Bununla birlikte şehirler de değişir. O şehirlerde eskiden yaşayan insanlar, o şehirlerin eski burjuvazisi buna kızıyorlar. Bu dramlar her yerde yaşanıyor. Bu şehir dramlarında haklı haksız yan yok. Ben bir romancı olarak elimden geldiği kadar nesnel olmaya çalışıyorum. Yeni kuşaklar yeni hayatlar istiyorlar kendilerine, haklılar. Eski kuşaklar, yaşadığın şehri koru diyorlar onlar da haklı. Romancının en sonunda yapması gereken sen haklısın sen haksızsın demek değil, çelişkilerini, dramlarını, insanlığını göstermek. Romanlarımı hangi siyasi parti haklı diye yazmıyorum. Böyle bir yerde yaşadık, sorunlar bunlardı, Mevlut gibi bir adamı buralarda gezdirdim diyorum.
Aslında ben size şunu söyleyeyim, bu soruyu yurt içinde de yurt dışında da arkadaşlar soruyorlar. ‘Ya Türkiye ne biçim ülke’ diyorlar, ‘muhafazakârlar eski binaları yıkıyorlar, Batılılaşmacılar da ya yok yıkmayın onları diyorlar. Böyle bir ülke olur mu’ diyorlar. Ben de ‘evet işte böyle bir ülke’ diyorum. Cevabım yok.
Var, cevabım ama soru daha güzel. (gülüyor) Evet, bir izahat var. Batılılaşmacılar da otuz-kırk yıl önce babadan kalan ahşap konaklarını yıktılar. Şimdi yeni kuşaklar da aynı şeyi yapmak istiyorlar.