|
Aşk olamayan aşkların yeni adı: Hoşlantı

Rusya’da bir girişimcinin lüks bir uçak, lüks çantalar, hostesler ve mankenler bulunan bir fotoğraf stüdyosu kurduğunu görmüştüm. Instagram’da poz vermelik, uçak çanta, sevgili ve ortam. Belli ki anlık şatafat hayatın geri kalanının berbatlığını örtüyor. Bu anlık şatafat resminin maliyeti de bir hayli yüksekti. Gösteriş de anlık, utanç da şatafat da derinlik de…

Bizim kuşağımız vaktin nakit ve kıymet olduğu telkin edilen, anlık şeylerin kıymetsiz, sürekliliği olanın, sağlam ve muhkem olanın kıymetine inanarak yetişti. Konusuna yoğunlaşmak sözünün eri olmak, okuduğunun yazdığının dibine bakmak özel bir şey değil
“olması gerekendi”
. Belki de o nedenle “ana kıymet verip gerisini umursamamayı telkin eden her şey gözümüze batıyor. Bu kadar gelip geçicilik, uçuculuk, geçirgenlik, mukavemetsizlik, yüzeysellik… Adeta bağlantısız adacıkların arasında zıplayarak yaşamak… Çağa uyum sağlamak adına terk ettiğimiz kalelerden kendimizin de içinde bulunduğu bir halden söz ediyorum. “Beyhude”, “aman sende”, “olmasa ne olur” deyişlerimizden söz ediyorum.

Her şey anlık. “Ne fena” de ve geç git… Üzüntü artık beş emojiden ibaret. Öğrencilerde de benzer hali görüyorum. Çok iyi not almış ama anlık çalışıp öğrenip unuttuğu için bilmiyor. Peki tamam sonraki maçlara bakalım. Hayat çakma olabilir ama yeter ki iyi görünsün. Etrafımız aşk bile olmayan aşklarla, hayal bile olmayan hayallerle, üzüntü bile olmayan üzüntülerle sarılı değil mi? Sohbetler saatlerce sürüyor. Ama içlerinde ciddiye alınacak iki üç cümle zor çıkıyor. Yoğunlaşamayan insanlardan hikmetli laflar da çıkmıyor.

Birikim Dergisi’nde yayınlanan yazısına Behçet Çelik’in “Seyrelme Telaşı” isimli öyküsünün başlığını koyan Aksu Bora bu yoğunluk eksikliğini şöyle anlatıyor… “Zamanın duygularının ‘yoğunluk eksikliği’nden bahsedenlerden biri de Sianne Ngai. O, hızdan çok güçsüzlükle ilgileniyor ve diyor ki, harekete geçiren yoğun duyguların yerine kalakalmayı çağıran bir takım ‘duygu durumları’ geçer. Gevşek şeyler, o kadar gevşek ki, deliklerinden her şey geçer, ne bir şeyi durdurabilirler ne toparlanıp harekete geçerler. Hani bir ara ‘hoşlantı’ diye bir laf çıkmıştı, onun gibi!” Aksu Bora’ya yazısı ve hatırlatma için çok teşekkür ederim. Edebiyatın kılavuzluğunda, yoğunlaşamayışımıza ve seyrelme telaşına bir pencere açmış. Pek çok ortak kaygıyı dile getirmiş. Tam da yazıda anlatıldığı gibi hangimiz o seyrelmiş kumaş gibi, onaracak, işinin erbabı bir örücüye ihtiyaç hissetmiyoruz ki? Bu akışın dışında kalan, seyrelmemiş insanlara ya da tamircilere ihtiyaç daha da önem kazanıyor. Velev ki onları da yanlış yerler de aramış olmayalım.

TÜRK OBASI BEYİ…

Geçtiğimiz hafta cuma sabahı 35 yıllık bir dostumu, ressam Şafak Tavkul’u fani bir alemden, baki olduğuna inandığımız bir aleme uğurladık, imanına, sabrına, tevekkülüne ve her bir anında umuduna ve teslimiyetine şahit olan yüzlerce dostuyla birlikte. Şafak için yazmak bana çok ağır gelse de burada bir iki söz söyleyip daha uzun bir yazıya bırakacağım pek çok şeyi…

Şafak Türkiye’de Türk töresini, boylarını, beylerini, obasını, padişahlarını, sarayını, okunu, yayını, kılıcını, savaşlarını, zaferlerini, yenilgilerini, atlarını en iyi bilen kişilerin başında gelir. Bu konularda henüz onun kadar çok yönlü ve detaylı bilgiye sahip birisi ile karşılaşmadım. Gençken bu konulardaki sohbetlerimizde “Şafak n’olur kısadan anlat” desek de bildiklerini etraflıca dostlarıyla paylaşmaktan hiç çekinmezdi. Şimdi o sohbetlerin ne kadar kıymetli olduğunu anlıyorum. Türk okçuluğunu başlatan kişiydi. Türk tarihinin; atların, obaların, çadırların, beylerin, tarihi eserlerin, taşın, desenlerin sembollerin değerini anlamamızda, sadece bizim değil çoluk çocuğumuzun onları tanımasında, sanatı olağanüstü bir hal olmaktan çıkarıp hayatın içinde akan bir ırmak gibi algılamalarında, sevmelerinde emeği büyüktür. Bizim çocuklarımız onu çizdiği Hay çizgi filmiyle büyüdü. Bugünün çocukları da umarım “Küçük Ok” kitabını mutlaka okur da Türk obasını öğrenir…

Çok okurdu, hem Batı sanatını hem de Doğu sanatlarını çok iyi bilirdi. Ayağı iman zemininde hep sağlam bastı ama tek bir mahallenin adamı olmadı, kapısını herkese açtı. Bilgisiyle, şahsiyetiyle her zaman büyük saygı uyandırdı. Bilgisini ve sanatını paraya hiç tahvil etmedi, derviş gibi yaşadı. Sanatını derin bilgisiyle hep zenginleştirdi ama hiç pazarlamadı. Bilen ne kadar kıymetli bir hezârfen, çok yönlü bir kültür insanı olduğunu bilir. Kimseyi kırmazdı. Bir belgesel çekimi için ricamı kırmayıp oğlu Ahmet ile birlikte Hayme Ana ovasına kadar gelmişti. Türk çadırının, atının önündeki çekimlerine her baktığımda aynı şeyi düşünürüm. O Türk obasına sahip çıkan, bu obayı yaşatan ‘Bey’di… Tanıdığım en şahsına özel insan ve büyük bir yetenekti.

Şafağın bu dünyaya vedası onun değil bizim büyük kaybımızdır. Kıymetini bilemedik. Konuşan resimler yaptı, her bakıldığında ressamından bir şey aktaran resimler. Belki de bu nedenle resimlerini herkese vermezdi. Sadece konuşmak istediklerine verirdi. Tıpkı tablolarında resmettiği kartallar gibi Kafkas dağlarının en zirvesinden Konya ovasına süzüldü ve kondu. Üzerimizde hakkı büyüktür. Umarım hakkını bize helal eder. Türk obasının beyi olarak çizdikleriyle, yazdıklarıyla asırlar boyu yaşar ve yaşatır. Rahmet-i rahmanda mekanı âli olsun, seni çok özleyeceğiz arkadaşım… (TRT2’de yayınlanan Adem Özkul’un yönetmenliğini yaptığı “Bir Ressamın Sırları” belgeselini izleyemeyenlere tavsiye ederim. Çocuklarınıza mutlaka Küçük Ok kitabını okutmanızı da…)

#Rusya
#Birikim Dergisi
#Behçet Çelik
#Şafak Tavkul
#Hayme Ana
#TRT2
3 yıl önce
Aşk olamayan aşkların yeni adı: Hoşlantı
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’
Jeopolitik sürpriz: ABD, Rusya ve İsrail nasıl anlaştı?
Nazlı seçmen günlerinde siyaset