|
Düşüncenin kaleleri

Geçenlerde bir arkadaşımla sohbette konu; toplumun ayrışmasına, oradan da akademik eserlerde ki atıflara geldi. Akademisyenlerin bazen duygularını, bazen nefretlerini, bazen tecrübelerini nasıl bilimsel makalelerin arasına sıkıştırdıklarını konuşuyorduk. Özetle “özgür düşüncenin kalesi” kabul edilen akademiyi konuşuyorduk…

Sohbetin ilerleyen dakikalarında fark ettik ki, bu ayrışmalar siyasi görüş ya da fikirlerle sınırlı değil. Mahalle, cinsiyet, inançlar… Kesişen kümeler de var, iç içe kümeler de…

Bu ara fazla sayıda akademik makaleye bakıyorum. Bu bağnazlığın dışında kalan çok iyi akademisyenlerimiz olduğunu da görüyorum. Onları bu bahsin dışında tutuyorum.

Bir bilimsel makalede atıflara ya da kaynak kişilere ilişkin tespit ettiğimiz ayrımlar şöyle:

-
Erkek akademisyenler içinde kadın akademisyenlere atıf yapanların sayısı çok az.
-
Kadın akademisyenler de kadınlara az atıf yapıyor -kendi muhitlerindekiler hariç-.
-
Eğer yazar feminist ise feministlere, artı olarak da sol çevrelere atıf yapıyor.

Kadın konusunda yazanlar farklı kesimdense, sol görüşleri benimsemiyorsa zaten feminist sayılmıyor. Ancak duruma göre itibar görüyor: bunun için Müslüman mahalleye, İslam’a laf çakması, eleştirmesi ve de en önemlisi işe yarar, kullanışlı olması gerekiyor.

Konu yerel değil küresel de aynı zamanda. Akademide, edebiyatta, gazetecilikte ciddi seçicilikler söz konusu. “Özgür ve nesnel” şekillendiği iddia edilen tarihin ya da bugünün karartılması veya aydınlatılması daha çok Avrupa, ABD merkezli, elitist, seçici kurulların tercihlerine göre şekilleniyor.

Bilim dünyasının hali böyleyken, halk arasındaki kutuplaşma söylemi çok havada kalıyor. Önce bilimsel çevrelerde, sanat ve medya çevrelerindeki elitler kendi aralarındaki kutuplaşmaları aşmayı denemeli: Bir başka akademisyenin makalesine itibar ederek, birbirini okuyarak, dinleyerek, birbirinden haberdar olarak… Doğrusu arkadaşıma hak vermeden edemedim. Çok okumuş kutuplaşınca az okumuşa da başka yol kalmıyor.

NEDEN MÜSLÜMANLAR HEP OLAY YERİNDE

Bir de tercüme akıllar var ki, o da ayrı bir konu… Süreç öncelikle neyin çevrileceği, neyin çevrilmeyeceğiyle başlıyor. Mesela, Türkiye’de ‘yeni İslamcılık’ tartışmalarında 1979 İran devriminden sonra çevrilen Olivier Roy, Gilles Kepel’in kitapları referans alınırdı. Bugün de ‘İslamcılık bitti’ tartışmalarında aynı kişiler kaynak gösteriliyor. Bugünün İslamofobi konusunda bir örnek vermek istiyorum: Önemli bir kaynak eser olarak ismine rastladığım ama Türkçe çevirisini bulamadığım L’Islam imaginaire: la construction médiatique de l’islamophobie en France, 1975-2005 (Hayalî İslâm: 1975-2005 yılları arasında Fransa’da İslamofobinin medyatik inşası) kitabı. Thomas Deltombe bu kitabında “Neden Müslümanlar hep olay yerinde” sorusunu soruyor. Olağan Müslüman şüpheliler medyada inşa ediliyor, sonra da işte buradalar diyerek gözlerine fener tutuluyor… Siyaset ve İslam kelimelerinin nasıl buluşturulduğunu anlatan bu kitabın çevirisini bekliyorum.

DİN VE DEVLET

Son günlerde her konuya ‘ne işe yarıyor’ diye bakıyorum. Bunu basit bir ‘niye’ sorusu önceliyor. Torunlarla vakit geçirirken onlardan bu soruyu çok sık duymamın da bunda etkisi olabilir. Onların ‘niye’leri bitmiyor, ben de ‘sahiden niye’ deyiveriyorum.

Ayasofya imamının duası da bunlardan birisi. Dua deyip geçemeyiz elbette. Bu ülkede yaşıyor, devletimizi bu coğrafyada yaşayakalmanın tek yolu olarak görüyorsak bu ülkenin kurucusuna böyle dua edilmez. Dönemi eleştirmek, politikalarını tartışmak ayrı bir konu. Ama hepimiz biliyoruz ki yenilmiş bir imparatorluktan, işgal edilmiş bir payitaht ve coğrafyadan bir ulus devlet çıkarıp bugüne ulaştıran her kim olursa olsun onu duanın da ötesinde minnetle anarız. Ülke ve devlet olmadan ‘din’ davası güdülmeyeceğini yaşadığımız coğrafya bize gösteriyor.

Ayrıştırmadan herkesi kucaklayan bir söylemi öncelikle Diyanet ve görevlilerinin içselleştirmesi gerektiğine inanıyorum. Geçen haftalarda yaşanan iki olayda, iki din görevlisinin söylemi ‘kimin işine yaradı, ne işe yaradı’ bilmiyorum ama mütedeyyin bir muhafazakâr olarak benim gibi birçok insanı üzdüğünü söyleyebilirim. Dini konumlar topluma bir örneklik teşkil ediyorsa, onların işi onu bunu taşlamak, ayrıştırmak olmamalı.

VATAN KAVRAMI

Dün televizyonda Bedri Baykam ve Mete Yarar’ın ‘vatan’ tartışmasını izlerken aklıma geldi.

Vatan kavramını Osmanlı’da ilk kullanan kişi Tunuslu Hayreddin Paşa imiş. Hayreddin Paşa’nın “En Emin Yol” isimli kitabının çevirisini Cemil Meriç’in isteği üzerine Alev Alatlı yapmış. Bu kavramı ilk tartışan kişi olmasının ötesinde Tunuslu Hayreddin Paşa’yı İslam dünyasında ayakta kalmanın yolları üzerine kafa yoran bir aydın olarak okumakta fayda var…

#ABD
#Türkiye
#Olivier Roy
#Gilles Kepel
#L’Islam imaginaire
#İslamofobi
#Ayasofya
3 years ago
Düşüncenin kaleleri
Kara dinlilerle milletin savaşı
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim