|
Arkeoloji Müzesi’nden köy belleğine

Kültür çatışmalarımız Batı karşısında yenilgiyle başlıyor. Kimi zaman zorla, kimi zaman da gönüllü olan bu büyük değişim süreçleri çok sancılı geçiyor. En çok tartışılan konu ise kültür… Bugüne geldiğimizde durum farklı değil, tartışmalarımızın merkezinde yine kültür var! Hangisi ve ne değerli? Kültür üreticileri toplumda beklediği karşılığı görebiliyor mu? Özetle kıymetini biliyor muyuz onların?

Batılılaşmak, Batıcı olmak ya da olmamak arasında kalmanın en çok kültür insanlarımızı ve eserleri etkilediğini düşünüyorum. Etiketler, üretimin, eserin önüne geçiyor. Bu nedenle de onlarca yıl birbirini görmeden, duymadan yaşamış kesimler arasında köprü kurmak kolay olmuyor. Her iki tarafın ezberleri, önyargıları kolay kolay değişmiyor. Bir tarafın klasik sanatlara ilişkin körlüğü diğer tarafın da geleneksel sanatların içine sıkışıp kalmasının nedeni de belki budur. Herkes en rahat ettiği, kodlarını bildiği çevrelerde var olma savaşı vermeyi seçiyor. Böyle olunca da kıymetlendirme yapmak mümkün olmuyor. Kıymetlendirme yapmak o kadar önemli ki sanat ve kültür üretimi ancak böyle yaşıyor. Sadece kendi kendimizi beğenerek kültür-sanat üretilemiyor. Kültür alanında gönlümüzü hoşnut edecek biçimde ilerleyememenin sebeplerinin başında bu dar alanda paslaşmaların, kültür dünyamız üzerinde oluşturduğu sıkıştırmanın geldiğini düşünüyorum. Karşılıklı kültür duvarlarımızı birbirimize karşı yükseltirken kaybeden ülke oluyor. Bu duvarları indirecek kültür insanlarına ihtiyacımız var.

Ortak paydayı “bu ülkeyi sevmek’’ olarak ortaya koyunca her şey daha kolaylaşıyor. Sözünü çok ettiğimiz kültürü muhafaza etme ve yaşatma noktasında tüm bu çatışmaları aşıp kapsayıcı olan isimlerin başında değerli arkeolog ve Arkeoloji ve Sanat Dergisi Yayın Yönetmeni Nezih Başgelen geliyor. Nezih Bey, hem arkeoloji hem de Türkiye aşığı büyük bir değer. Bu yola hayatını adamış. Geçtiğimiz yıl Türk Kahvesi’nde konuk etmiştim, bize daha çocuk denebilecek yaşlarda, kimi zaman ailesinden habersiz bulduğu her fırsatta ören yerlerini görmeye gittiğini anlatmıştı. Türkiye’de bilmediği köy, kazı bölgesi, tarihi mekân ve eser yok neredeyse.

KÖYLERİ KAYIT ALTINA ALMAK…

Geçen hafta Nezih Bey ile Arkeoloji Müzesi’nde bir röportaj yaptık. Tabii müzeyi bu ülkenin taşına toprağına hayran bir arkeolog ile gezince her yer sizinle konuşmaya başlıyor. Tarih bugün oluyor. Onunla sohbet ederken elzem bulduğum bir konunun altını çizmek istiyorum. Bunlardan birisi Konda Araştırma Şirketi’nin yaptırdığı bir araştırma verisine dayanıyor. Köylerde yaşayanların oranının yüzde 7’ye kadar düşmesi ile birlikte köy mimarisi ve kültürü yok oluyor. Bin yıllık tarihi olan köyler var. Bugün oralarda 5 kişi ancak yaşıyor. Köylerden gidenlerle birlikte ev mimarisinin örnekleri dâhil pek çok şey hafızalardan siliniyor. Sadece o da değil. Yemekleriyle, türküleriyle, deyimleriyle, hikâyesiyle köylerin tarihe karışmasının karşısında yapabileceğimiz en önemli şey; sözlü tarih çalışmalarından başlayarak, sosyolojiden mimariye birçok bilim alanının dâhil olduğu çoklu ekiplerle bu mirası kayıt altına almak, fotoğraflamak, ses-görüntü kaydı almak, projelerini çizmek, köylerin belleğini oluşturmak. Ve hatta bunları en değerli evrakların arasında özenle muhafaza etmek. Tıpkı tohumluk ata buğdayları gibi…Nezih Başgelen’in bu uyarısı ve önerisi geleceğe bırakılacak mirasımızı içeriyor. Dikkate almak gerekiyor.

ARKEOLOJİ MÜZESİNDE
TARİHİN NEFESİ…

İstanbul Üniversitesi’nde, öğrencilik yıllarımızda Arkeoloji Müzesi ders çalışırken tercih ettiğimiz uğrak yerlerimizden birisiydi. Tarihi bir sütuna sırtını dayayıp ders çalışmanın keyfi bambaşkaydı. Arkeoloji Müzesi beş yıldır onarımdaydı. Kapılarını ziyaretçilere yeniden açtı. Her yer pırıl pırıl, bakımlı ve tertemiz. Burası Türkiye’de müzeciliğin başladığı yer.

II. Abdülhamid’in emriyle ve onun özel arazisinde kuruluyor. Üç müze binası aynı bahçede yer alıyor. Eski Şark Eserleri Müzesi ve Çinili Köşk Müzesi’nin mimarileri ayrıca görülmeye değer. İçeride ise Hindistan, Mısır, Balkanlar, Kuzey Afrika gibi imparatorluk topraklarından getirilen bir milyona yakın eseri barındırıyor. Müze 1881 yılında Osman Hamdi Bey’in müze müdürlüğüne atanmasından sonra büyüyor, zenginleşiyor. Osman Hamdi Bey Nemrud Dağı, Myrina, Kyme ve diğer Alolia Nekropolleri’nde ve Lagina Hekate Tapınağı’nda kazılar yapmış. 1887-1888 yılları arasında Sayda’da (Sidon) yaptığı kazılar sonucunda Sidon Kral Nekropolü’ne ulaşıyor ve dünyaca ünlü İskender Lahdi başta olmak üzere pek çok lahit ile birlikte İstanbul’a getiriyor.

Tarihin koridorlarını bugüne bağlayan müzeler, yaşayan yerler olmalı. Onu yaşatan ise bizim ona verdiğimiz kıymet. Restorasyonun ardından modern müzecilik anlayışıyla yeniden düzenlenmiş bölümleri, pandemi döneminin gerektirdiği hijyen ve titizliğin de hissedildiği muhteşem bir mekân olarak Arkeoloji Müzesi yeni ziyaretçilerini karşılamaya hazır.

#Arkeoloji
#Köy
#Bellek
4 yıl önce
Arkeoloji Müzesi’nden köy belleğine
Kısa bir hafta
Efendimiz’in (sav) Zekatı-1
Milyonlar milyarlar havada uçuşuyor
Sandık başına giderken…
Operadaki Hayalet’in “kehaneti” gerçekleşirse…