|
Siyah-beyaz tarih okumalarını ne zaman bırakacağız…

Tarih ile kavga etmek, tarihi şahsiyetler üzerinden hasım olmak ya da taraf olmak kamplaşmayı artırıcı olmanın ötesinde sinemadan edebiyata birçok alanda ortaya çıkan eserleri de etkiliyor. Tarihimizi temel tartışılan üç beş başlığa indirgiyor geçmiş ve fikri takibiyle bugün olan bitenleri de aynı sığlıkta ele almayı beraberinde getiriyor. Böyle olunca da lineer düz bir çizgide ilerlemeyen A. Alatlı’nın tabiriyle adeta bir böğürtlen çalısı gibi gelişen tarihi olayların dibinde binlerce hayat girift hikâye diplerden gün yüzüne çıkamıyor. Cem Sultan’dan Abdülhamit’e, Mustafa Kemal’e… Tarihi illa ki siyah-beyaz, resmi söylemlerin, içeride ve dışarıda iktidar odaklarının yazılmasını kurgulanmasını istediği gibi okumak durumunda mıyız? Tarihe karşı da hakikati görmek, göstermek noktasında bir sorumluluğumuz yok mu? İlla siyah-beyaz bakmak zorunda mıyız? Niye bir taraf Abdülhamid’in hatalarını, diğer taraf da iyi yönlerini hiç görmez. Hakeza bu, Atatürk için de Menderes için de İnönü için de birçok isim için de söylenebilir. Sevdiklerimiz, beğendiklerimiz, izlediğimiz fikir hattında olan herkes illa ki kusursuz mu olmalı? Sağı-solu yok, hepimiz bu hatayı sürdürüyoruz. En büyük ortak paydamız da “böyle olmak!”

Yıllarını yayın sektörünün içinde geçiren birisi olarak da yeni eserlerin ortaya çıkmasında ve yeni fikirlerin gelişmesinde bu tutumun kısırlaştırıcı, kısıtlayıcı etkisini görüyorum. Tarihe çok yönlü bakan hikâyeler ne solda ne sağda rağbet görüyor. Yaşanmış ve gelmiş bir şeyi illâ savunmak ya da reddetmek zorunda değiliz. İllâki kahraman ya da hain ilan etmek zorunda da değiliz. Tarihe siyah beyaz bakmayan filmlere romanlara ihtiyacımız var. Tarihi tarih yapan detaylar bunlar, hayatın kendisi gibi…Osman Hamdi’den Kadı Simavi’ye, Sabahaddin Ali cinayetinden Kıbrıs’ta binlerce hikâyeye, İdamlıklara, Lemi Atlı’nın bestelediği “Bu imtidâd-ı cevre-ki bahtın şitâbı var, Mihnet-medâr olan feleğe intisâbı var, Eyler nesîm-i Subhu bize gird-i gam….Bu rûzgâr-ı bî mededin inkılâbı var” şarkısının hikâyesine kadar.

“TARİHTEN DE BUGÜNDEN DE BİZ SORUMLUYUZ…’’

Bu tarihi kavgaları sürdürmeden tarih anlatmanın yolu bulunamaz mı, her şey için vakit geç mi oldu derken İsmail Kara’nın Dergâh dergisinin Temmuz sayısındaki “Dünyayı Güzelleştirme İhtirası” başlıklı güzel yazısına tesadüf ettim. İsmail Kara’nın Turgut Cansever ile sohbetlerinden yola çıkarak yazdığı yazı “bir mimarın sorumluluğu nedir, bir mimar ve şehir plancısı nasıl düşünmeli” konusunda müthiş bir çerçeve çiziyor.

“Biz bugün yaşıyoruz ve bugünden sorumluyuz. Yalnız bugünün sorumluluğu tarihi ve geleceğe dair sorumlulukları da içinde barındırır. Nurettin Topçu rahmetlinin sözünü tekrarlarsak ‘Tarihten de biz sorumluyuz’. Mesuliyet fikri ortadan kalkmayacağına göre ilke düzeyinde hiçbir şeyde geç kalınmış, hiçbir şeyin zamanı geçmiş sayılmaz. Yeter ki yanlışta ısrardan vazgeçilsin, doğru yolu, iyiyi ve güzeli bulmak için birbirine katkı veren samimi ve ısrarlı çabalar devam etsin. … İnsanın vazifelerinden biri de güzellik peşinden gitmek, dünyayı güzelleştirmektir. Bu, aynı zamanda Yüce Allah’ın cemal sıfatının insanda tecellisi ve onun yaptıklarında görünmesidir. Hem çirkin, ölçüsüz, kaba yahut insanı, tabiatı ezen, yok sayan binalar, yollar, şehirler yapmak hem de doğruyu, barışı, insanlığı, hak ve hukuku savunmak mümkün ve inandırıcı olamaz.’’

“Yeri bil, havayı bil; o zaman zaferin tamam olacak…”
  • Sun Tzu’nun bu sözleri hiç eskimeyecek öğütlerin başını çekiyor. Geçen hafta konuğum olan meteoroloji mühendisi ve afet yönetimi uzmanı Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu bu sözün giderek artan önemine dikkat çekerken bu sahadaki eksikliklerimize de dikkat çekiyor. Birinci şart, küresel iklim değişimini yorumlarken Aristo mantığının bırakılması. Onun yerine fuzzy mantığı öneriyor. Kadıoğlu’nun en çıldırdığı galatı meşhurlardan birisi havalar çıldırdı lafı; “Havalar çıldırmaz, çıldıran biziz” diyor. Hocaya göre küresel iklim değişikliği ve mevcut yaşam biçimimizle gezegenin gidişatı uyumlu. Her şey normal ama kontrol altında değil…
  • İklim değişikliği ile âfetler iç içe gelişiyor. Havalar çıldırmıyor, fiziksel olarak öngörülen beklenen sonuçlar ortaya çıkıyor. Hiçbir şeyin geri dönüşü yok ama diğer taraftan da her şey normal! Çünkü dün bugüne, bugün geleceğe yansıyor.
  • Dünyadaki enerjinin yüzde 80’i fosil yakıtlardan yapılıyor. Bunun karbondioksit salınmadan yapılması mümkün değil. 100 yıl önce salınan sera gazlarının atmosferdeki etkisi bugün görülüyor. Şu anda sera gazını sıfırlasak bile mevcut bulunanların etkisi 100-200 yıl sürecek. Türkiye, Akdeniz kuşağında olduğu için iklim değişikliğinden olumsuz etkilenecek, sıcaklar artacak, yağışlar azalacak. Türkiye’nin üçte ikisi yarı kuraktı, şimdi dörtte üçü kuraklaşacak… Yağışlarda Karadeniz’de yüzde artış, Ege ve Akdeniz’de yüzde 50’ye yakın azalma bekleniyor. Yağışlar artarken dünyada su geçirimsiz yüzeylerin en çok arttığı bir numaralı şehir İstanbul. Su geçirimsiz yüzeyler kent selleri olarak geri dönüyor.
  • İklim değişikliğine bağlı olarak da 60’lı yıllar 90’lı yıllarla karşılaşınca âfet sayısı üç kat artmış durumda.
  • İklim değişikliğine ilişkin risk yönetimi sadece afetlerle sınırlı değil, salgın hastalıklar dâhil pek çok sahayı kapsıyor. İklim değişikliği ile birlikte hayvandan insanlara geçecek hastalıklar artacak. Özetle iklim değişirken biz de değişmezsek durum vahim. Mikdat Kadıoğlu birey olarak hepimize sorumluk düştüğünü söylüyor. Asıl meselemiz daha fazla kirletmemek, yaşam biçimlerimizle havaya saldığımız karbondioksiti azaltmak. Bunun için de annelerinizin sesi kulaklarınızda olsun yeter diyor.
#Mustafa Kemal Atatürk
#Tarih
#Sun Tzu
#Mikdat Kadıoğlu
4 years ago
Siyah-beyaz tarih okumalarını ne zaman bırakacağız…
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi