Tefsirde de aynı durum yaşandı; Fatiha suresiyle başlayıp Nâs ile sona eren ve önceleri ağırlıklı olarak
sayısı zaten sınırlı eser’le
yani hadis, sahabe kavli ve tabiîn görüşüyle yapılan, ardından kişisel yorumlarla devam eden bir tefsir geleneği oluştu. Ama herkes her ayette söz söylemeyi görev bildi.
Sonuçta Kurân-ı Kerim’in yüzlerce konusu tek tek ele alınıp her birinde derinleşme hedeflenemedi. İhtisas gibi sayılabilecek ahkâm tefsirleri doğdu ama
onlar da Mushaf’ta ahkâm ayeti diye isimlenen yüz elli ile beş yüz kadar ayeti ele aldı ve onları da herkes kendi mezhebinin fıkhî görüşleriyle açıkladı. Mesela biz, en önemli ahkâm tefsircimiz olan Cessâs’ta hep Hanefî fıkhının en isabetli görüş olduğunu gördük.
Geriye kalan altı binden fazla ayetin neye yaradığı pek belli olmadı. Bilimin konularından söz eden ayetlerin, işaret edebilecekleri diğer ahkâma değinilmedi.
Özellikle yaradılış, insan, astronomi, bitkiler, hayvanlar, tabiat olayları üzerinde derinleşilmedi. Genel hatları ile hep önceden söylenenler tekrarlandı. Oysa Kurân-ı Kerim bu ve benzeri konulara özellikle dikkat çeker, derinlemesine bakılmasını ve bu konularda akıl yürütülmesini (nazar) ister. Bu da bugünkü adıyla ancak bilimle olur. Aksi takdirde fezanın derinliklerine, hayvanların ve bitkilerin tabiatına, Kur’an’ın istediği nazar nasıl yapılabilir? O halde Kur’an bilimin yapılmasını da emretmiş sayılır.