|
Haluk Dursun: Tuna boylarında dolaştı, Ahlat’ta toprağa kavuştu ​

Her nefesin bir nasibi var. Ağaçtan, kuştan, sesten, dosttan yana.

Her son nefesin de bir nasibi var. Hastalıktan, kazadan. “Üç gün peygamber döşeği” ya da geride kalanlara “biraz önce, daha demin” diye başlayan, gidişinin bu kadar ani oluşuna hayretler ettiren cümleler eşliğinde, terki dünya ediş var.

Kimine ölüm sel gibi gelir. Sel ile gelir.

Kimine ölüm hastalık ile gelir. Uzun uzun vedalaşma sahnesi sunar. Umudu umuda yaslandırır. Gâh “Yatana da zor bakana da” dedirtir; gâh “son iyilik” etiketi yapıştırır hastanın gülen yüzüne.

Ama hastalığın kollarında mola veren için, daima tesellinin ülkesi kurulur. Hasta tesellinin serin cümleleri ile hep “buraya” ait kılınır, “Allah’tan umut kesilmez” cümlesine şeksiz şüphesiz iman ile, bu dertten kurtulan nicelerinin hikâyesi iliştirilir.

Kimine ölüm otururken gelir. Bineceği otobüsü beklerken mesela. Bir yakınım böyle terk etti fani dünyayı. Gözünde güneş gözlüğü, elinde gazete. Öylece otururken.

Giden gitmiştir. Kalanlar şaşkınlıkla “Daha biraz önce...” diye başlayan cümleler kurar. Şaşkınlığına ikna ederse, sanki giden geri gelecekmiş gibi.

Kimine ölüm sabah namazını eda ederken secdede gelir. Sabah kalkmış, gusül abdesti almış, henüz ıslak saçları ile namaza durmuş, sonra secdede emanetini teslim etmiştir. (87 yaşındaki komşumuzun ölümü.)

Kimine ölüm kaza ile gelir. Beni en çok etkileyendir. Yakar, yaralar, boğar... Bedenin bütünlüğünü bozar. Son bir defa bakamazsınız gidenin yüzüne. “Bakma, aklında en iyi hali ile kalsın” diye engeller etraftakiler.

Teselli, gidenin belki de şehit olduğu ümidi üzerinden yeşerir.

Babamın babası, henüz 25 yaşında iken başına yıldırım düşer; ardında üç yetim bırakarak çeker gider bu dünyadan. Tabiatın bağrında başka hiçbir şeyi yakmayan yıldırım, onun bedenine girip çıkmıştır. Ne acıdır ki hayat arkadaşının ardında genç bir dul olarak kalan babaannem de, tam rahata erdiğinde, karşıdan karşıya geçerken trafik kazasında can verecektir.

Her ölümde kendi ölümümüzü tadarız. Öyle der Aristo. Her ölümde kendi hayatımızın sonunu da görür müyüz?

Biz dijital gündemlerin fanileri, bir ölüm haberi ile dönüp kendimize gelecek kadar şanslı değiliz artık.

Kültür Bakan yardımcısı, kültür tarihçisi, “coğrafyayı vatan eyleyen”, dünü güne, günü yarına teyelleyen Prof. Dr. Haluk Dursun’un ölüm haberi, Pazartesi gününün ikindi saatlerinde düştü gündeme. Ateş olarak düştü. Biraz önce yaptığı son konuşma paylaşılmıştı. Bir anısını anlatıyordu, Dicle Üniversitesi’nde yaptığı konuşmayı protesto eden bir kız öğrencinin kendisini ikaz edişini...

“Senin Dicle ile ilgili kitabın yok. Siz gidin, Tuna boyunda akıncı koşturun dedi. Dedim ki, haklısın. Fakat siz Dicle’nin kuzularısınız. Ve biz bundan sonra Dicle’nin kuzularını çakallara kaptırmayacağız.”

Merhum Haluk Dursun hoca gençlerin sorusunu da onlardan gelen ikazları da ciddiye alırdı. Mesuliyetini ciddiye alırdı. Ağaçları, kuşları, ırmakları, denizleri canından can bilirdi.

Son konuşmasındaki bu hatıra, “Ahlat’ı görmeden tarihi anlayamazsınız” cümlesi ve son nefesini Ahlat yolunda teslim etmesi, merhumun hayatının şifresi gibi, hayat kitabının son dipnotu gibi. Anadolu’nun ilk büyük şehri Ahlat, Türklerin Anadolu’ya giriş kapısı, merhumun gözündeki son resim olarak kaldı.

Merhum Haluk Dursun kalemi ile, kelamı ile, coğrafyayı vatan eylemek için, gençlere aidiyet bilinci vermek için çok çaba sarf etti. Nasip buraya kadarmış. Gittiği yerde melekler yoldaşı olsun. Allah rahmetini ziyade etsin. Amin.

#Haluk Dursun
#Vefat
#Ahlat
5 yıl önce
Haluk Dursun: Tuna boylarında dolaştı, Ahlat’ta toprağa kavuştu ​
X’e kısıtlama an meselesi
Musevî bir yasadan Kızıl Düve miti üretmek
Sosyal çürüme yazıları 2: Her türden bağımlılıklar cumhuriyeti
Bir bu eksikti...
IBAN veren esnafın katli vacip mi?