|
“Haberin yok mu? Televizyonlar hep söyledi ya!”

Elleri fesleğen kokardı, reyhan kokardı, taze nane kokardı.

Nezle girip olduğunda kavrulmuş çörekotu kokardı.

Yaz kış sırtında el örgüsü yelek.

Onu öyle soğuğun bağrında, sadece sırtında bir yelek ile görünce gönül koyardım. “Niye kendine şişme bir yelek almıyorsun aşk olsun bak üşüyorsun!”

“ Sıkılıyorum” deyip yeleğin altındaki yeleğini, o yeleğin altındaki başka yeleği gösterirdi. Hepsi el örmesi.

Tezgahının başında onu örgü örerken görmemiştim hiç. Kim örüyordu bu yelekleri?

O benim selamıma selam, kelamıma kelam katan “esnaf arkadışım”dı. Öyle derdi. “Ben senin bir esnaf arkadaşın olarak...”

İnsanları yaptığı işe göre tanımlamaktan daha güzel ne var!

Küçükyalı’nın bütün çiçekçilerini onun izinden giderek esnaf arkadaşı yaptım.

Ne vakittir yolum düşmüyordu Küçükyalı’ya. Yaz boyu gidip gelişlerimde meydanı boş buldum. Havuzun yanında benim “esnaf arkadaşım”dan hiç iz yoktu. Belediye izin vermiyor herhalde diye düşündüm.

Sonra upuzun sonbahar biterken... Renk renk çiçeklerin ardında gördüm Şengül’ü. Elleri koynunda. Kavrulup kalmış gibi. Herhalde ekonomik kriz Şengül’ü de vurdu diye düşündüm. Öyle ya artık insanlar kuruşun hesabını yaparken kim çiçek alacaktı!

Parayı hiç hesaplamadan çiçek alabilecekler için
çiçekbilmemne.com
adresleri var artık. Kredi kartını giriyorsun elin paraya dokunmadan, gözün çiçeğe dokunmadan şık bir ambalajın içine iliştirilmiş bir kart. Kartta “çatlasın düşmanlar artık benim bir çiçeğim var” seremonisine katkı sunacak klişe cümleler. Bu çiçekleri gönderen bu çiçekleri hiç görmedi bile. Sorun yok çiçeklerin adresine teslim edildiği insan kişisi de görmüyor, o da hiç görmeden direkt paylaşacak. Çiçeğin yanına bir kaç obje koyacak. İlle de bir kahve fincanı. İlle de asla okunmamış bir kitabın tam ortasından açılmış yaprakları.

Çiçek öncelikle kokudur, çiçek göz göze gelinecek bir candır.

Şengül’ün tezgahındaki çiçeklere baktım. Baktım, baktım hiçbirisi ile göz göze gelemedim. Çünkü ben buradaki renk renk şenliğin adını bilmiyorum.

Şu leylak rengi şiir gibi dizilmiş olanlar mesela. Bunların adı ne diyecektim.

Diyemedim.

Şengül’ün koynunda kala kalmış ellerine, gözbebeklerine oturmuş koyu bir hüzün eşlik ediyordu.

“Nasılsın?” dedim. İki elini açıp gökyüzüne baktı. Cevap vermedi. Nasıl olduğumu sen biliyorsun işte mi demişti. Kısmetimizi bekliyoruz işte mi demişti.

Sustu. Ben de sustum. Nasılsın soruma işler iyi mi diye yeni bir soruyu arkadaş etmedim.

Kestanecinin başında iki kişi kavga etti. Arabasının bagajındaki şişme montları “Merter’den geldi bunlar, doktor parası etme gel sadece 45 TL” diyen pazarlayan adamın başındaki kalabalık iyice arttı. Tutkal ile yapıştırılmış gibi kaldım meydanda. Gitsem gidemiyorum. Kalsam niye kalacağım ki!

“Torunum öldü” dedi Şengül. Torununun öldüğünü çoktan bilmem gerekiyormuş gibi sitem ile... Şaşkınlığıma yeni bir sitem ekledi. “Bayramda mezar düştü ya!”

Sanki onu, acısında onca vakit yalnız bırakmışım gibi. “Televizyonlar hep haber yaptı ya !”

O sıra tezgaha bir hanım yaklaştı. Çiçeklerin fiyatını sordu. Ne zaman biri çiçeklerin fiyatını sorsa; kendi kendimle bu alıcı, bu bakıcı, bu sorup kaçıcı oyununu oynardım. Alıcının, bakıcının, sorucunun, her birinin, çiçeklerle mesafesini ortaya koyan, kendine mahsus bir vücut dili olurdu.

Bu defa içimden gelmedi. Şengül çiçeklerin fiyatını soran kadına doğru gitti ben bekledim.

Çiçeklerin fiyatını soran, sorup gitti. Hayırlı müşteri bile demeden. Göz teması bile kurmadan. İnsanlar, robotlarla alışverişe ruh olarak çoktan uyum sağlamış diye düşündüm.

Şengül kaldığı yerden anlatmaya devam etti. Sanki anlatırsa içinin ateşi sönecekmiş gibi. Anlatırsa, kızının ölümünden sonra hayattan kopan gelinini, yeniden hayata döndürecekmiş gibi.

“O taşların tehlikeli olduğunu kaç kere söyledik bekçiye. Bir tedbir mi aldılar! YOK. Gelin Kur’an okuyormuş. Bir kadın gel demiş benim babama da oku. Torun o sıra ağacın dalından erik alıyormuş. Düşmüş.

O düşmüş kabirin taşı onun kafasına düşmüş.”

Duyduklarım kulağımdan aşağı kurşun gibi akmış, sersemlemiştim. Sersemlediğimi gören Şengül “Haberin yok muydu? Hep televizyonlar söyledi ya!” diye tekrarladı.

Tekrar sustuk. Biz sustuk meydan konuştu.

“Yanında getirdiğin mi? “ diye sordum. Sırf bir şey söylemiş olmak, sohbeti devam ettirebilmek için. “Yok o kızımın oğlu. Rahmetli olan oğlumun kızı idi. En sonuncusu. Çok güzeldi. Aylar oldu. Annesi kendine gelemedi daha...”

Şengül’e veda niyetine adını bilmediğim, sorup da öğrenmediğim leylak renkli kokusuz çiçeklerden aldım bir demet. Bir müddet yürüdüm. Elimde çiçekler. Bu çiçekleri eve götürmem mümkün değil. Gün uzun. Yapılacak çok iş var. Eskiden yeni çıkan bir dergiyi çantamıza doldurur, bir yerlerde bırakırdık okuyanı bol olsun diye.

Bu leylak rengi çiçekleri unutmuş gibi yapıp, bırakıp kaçmam gerekiyor.

En iyisi şu sağlık merkezine girmek...

#Küçükyalı
#Şengül
#Çiçek
#Dil
4 yıl önce
“Haberin yok mu? Televizyonlar hep söyledi ya!”
Sözleşmeli personel, memurdan % 58 daha fazla emekli maaşı alır mı?
Ya ham hum ya şaralop
Selefîlik, tasavvuf ve Protestanlaşma tehlikesi (1)
Konsantrasyon
Nefs ve ruh (II)