|

Öyle dümdüz, apaçık, hiçbir söz sanatına başvurmadan, hiçbir dolaylama, hiçbir anıştırma yapmadan, öyle dümdüz, öyle apaçık ağlamak, ağlamak değil de anlatmak, sanki ikisi aynı şeyler değilmiş gibi yaparak anlatmak ve ağlamak istiyorum aslında.

Burada, şu uçsuz bucaksız vadiyi gören bu uçurumda nefesimi bütün zamansızlıklara ayarlamaya çabalayarak durdum. Atlasam ateş, atlamasam zaten öldüm. Kaldım öylece. Kalakalmaların, kendinden başlayıp kendinde bitmelerin, rüzgarsızlığın, yelkensizliğin acısıyla etlerim morardı. Küçükken gizlice anlattığım şarkıların ve büyüyünce açıktan ağladığım siyah beyaz filmlerin arasından süzüldüm dünyaya. Dünyaya süzüldüm ben. Dünyayı sevmedim. Dokunamadım ona çünkü. Dokunamadıkça dokunaklı bir şiire dokunmasını beklediğim dünya, işte bu sefer etlerimi morartan, yaralarımı kokutan, dişlerimi döken bir düşmana dönüştü.

Sonra şöyle dedim: “Sen benim bağrıma otur.”

Sonra şöyle dedim: “Kurbağa değilim elbette ama sen beni öpünce vallahi de billahi de çok güzelleştim.”

Burada, şu daracık sokaktaki bu abbarada ışıksız, renksiz, ışıltısız, sesi paslanmış bir şair eskisi olarak kalbime sürecek merhemleri nasıl yapacağımı tarif edecek bir otacı, bir şifacı arıyorum.

Dünyanın en kısa yolunda dünyanın en uzun yolculuğunu yapan o iki kişi biz değilsek kimlerdi? O saçı sakalı darmadağın yaşlı adam bize “dünyada sadece iki aşık vardır, kimse bilmez isimlerini” demediyse ne dedi? Hatırlamaya çalışıyorum. “Yaşa, geçer nasılsa” mı demişti yoksa? Hayır hayır. Bir şey dememişti de bir türküden bahsetmişti sanki. Seher yelinden bahsediyordu türkü. Bir şey varmış da onu yâre bildirmesi mi gerekiyormuş neymiş.

Sonra şöyle dedim: “O sorunun cevabı bende değil. O sorunun cevabını senin kalbin verecek.”

Sonra şöyle dedim: “Ah be.”

Bu noktada aslında söyleyeceklerim bitiyor. Savunma yapmıyorum çünkü. Hakkımda verilecek hükmü bekliyorum çünkü. Hatta hükmün açıklanmasının geri bırakılmasını bekliyorum umutsuzca.

Burada durayım bir teşehhüt miktarı. Biraz soluklanayım. Bir gölge arayayım. Eskiden yazdığım şiirleri, öyküleri, cümleleri getireyim aklıma birer birer. Sonra yağmur başlasın ve tıpırdasın arabanın camının üzerinde. O tıpırdayan damlaların anlamı büyüsün, büyüsün, büyüsün ve kaplasın her yanı. Direksiyona vurayım avcumun içiyle. Şaşırayım buna. Tam o anda bir şey olsun. O olan şey büyüsün, büyüsün, büyüsün. Bütün kâinat o olan şeyden ibaret kalana kadar büyüsün.

Şunu getir aklına. Her şey yaralarımızı rahatça üzerine koyabildiğimiz bir masada başladı. Ve bir yarayla bitti her şey. Eski yaralarımıza bir yenisini ekleyerek değil üstelik. “Mucize bu” diye bağırdım. “Bir mucizeyi sadece aptallar inkâr eder, aptal!”

Şimdi ben aklıma tuzu birazcık fazla kaçmış bir makarnayı, iyice saklanmış iki şişeyi ve solmuş bir çiçeğin bütün anlamlarını getiriyorum. “Geçecek” diye teskin ediyorum kendimi. Geçmeyeceğini dibine, sonuna, ötesine kadar biliyorum üstelik.

Sonra şöyle dedim: “Söylenecek ne kaldı ki?”

Sonra şöyle dedim: “Bir yerde bir şey özel olarak konuşulmuyorsa asıl mesele mutlaka odur.”

Düşünde düş görmeyi düşleyen bütün düşçülerle birlik olup uyuyorum sonra. Çünkü gerçek, insanın etini morartacak kadar sert. İsa, o son yemeğin sabahında mağaraya geliyor ve bütün havarilerini kederlerinden uyurken buluyor ya. Sanki tam tamına öyle işte.

Şimdi Via Dolorosa’dayım. Romalılar çarmıhımı omuzlarıma yüklemiş ve ben yürüyorum. Maria Magdelana “onun suçu yok” diyor. Bense biliyorum suçumu. Meryem geliyor sonra ve “onun suçu yok” diyor o da. Bense biliyorum suçumu.

Şimdi ve artık çarmıhımı usul usul taşıyarak yürüyor ve şöyle teskin ediyorum kendimi: “Yaşamanın bir yolu kalmayınca ölüme hazırlık yapmanın ustası olmayı öğretti ustam bana.”

#Maria Magdelana
#Via Dolorosa
#Roma
3 yıl önce
Ah be
Bir meşhurun son sözleri
Ses ve çizgi
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar