|
Gâvur yaksın Türk baksın

Rasmus Paludan’ın Mushaf yakmasıyla ilgili yazılmadık, konuşulmadık bir şey kaldı mı bilmiyorum doğrusu. Dolayısıyla “meseleye bir başka açıdan bakan” bir yazı yazabilmem zor görünüyor.

O sebeple önce birkaç kanaatimi belirtip ardından Paludan’ın Mushaf yakmasını takiben ortaya çıkan birkaç tavra değinerek kotarmak niyetindeyim yazımı.

İlk kanaatim şu. Bir kez daha gördük ki Batı’nın büyük bir puta çevirdiği “düşünce ve ifade özgürlüğü konsepti” kelimenin tam anlamıyla duvara dayanmıştır. Bir inanç sisteminin, toplumsal karşılığı olan bir hassasiyetin vandallıkla, ahmakça çiğnenmesi ile “düşünce ve ifade özgürlüğü” arasında anlamlı bir bağ yoktur, olmamıştır, olmayacaktır. Dahası, Batı’nın bu büyük putu konusunda geliştirdiği büyük ikiyüzlülük de artık saklanamamaktadır. 8-9 yıl önce Auswitch Kampı’nda şakalaşmak amacıyla Nazi selamı veren iki münasebetsiz Türk delikanlıyı hapse atmakta hiç tereddüt etmeyen Batı aklı, söz konusu bir dinin kutsal kitabını yakmak olduğunda havaya bakıp ıslık çalmaktadır.

Oysa mesele basittir. Ne Auswitch’de Nazi selamı verilsin ne İsveç’te Mushaf yakılsın.

Dahasını da söyleyeyim. Güncel Batı aklıyla Batı’da yaşayan insan arasındaki ayrımın ortadan kalkmasını da sağlıyor bu tür saçma sapan girişimler. Her Batılının İslâm düşmanı, din düşmanı, ikiyüzlü pislik olarak algılanmasına yol açıyor ki bu da tehlikeli, çok tehlikeli bir oyun.

Kafam çok berrak bu konuda. Toplumsal hassasiyetlerin, dinlerin, toplum mutabakatlarının, düşünce sistemlerinin altına bomba koymaya çabalayan her türlü girişimin hukuk önünde bir cezası olmalı ve bence bu cezalar idama kadar bile gidebilmeli gerekirse. Faşist, sapkın ve tacizci bir eşcinselin Mushaf yakması sıradan bir İsveçlinin ölümüne yol açacak bir terör eylemine payanda yapılabilir zira. Sonuçları bunca ağır olabilecek şeylere “ifade ve düşünce özgürlüğü” adı altında yol vermeye devam ederse Batı, her türden makuliyet ölür ve her türden sertlik kazanır sonunda. Bunun da kimseye faydası olmaz.

Gelelim “ortaya çıkan tavırlar” meselesine.

Önce en çok güldüğüm ve en çok tiksindiğim tavırla başlayayım. Sinan Canan diye birinden geldi bu tavır. “Ezik bir FETÖ’cü dili” de denebilir bu tavra, kendisine Gulag’daki kamplar sorulduğunda “peki siz Hiroşima’ya ne diyeceksiniz?” diye soran Rus yetkili tavrı da. Her bakımdan sinik, her bakımdan buram buram kompleksli, her bakımdan ezik bir tavır. Şöyle yazmış Sinan Canan diye biri: “Kur’an’ın metin halinin basılı olduğu kağıtların yakılmasını değil de Kur’an’ın okunmamasını, anlaşılmamasını, yanlış anlaşılmasını, menfaate alet edilmesini, şarkılaştırılmasını dert eden Müs… Neyse, vazgeçtim.”

Mantık derslerinin tamamen boş geçtiğini yahut insanın kapasitesine hiç inanmadığını da düşünebiliriz tabii “eziklik” seçeneğini düşünmeden. İnsanın aynı anda iki farklı şeyi dert edemeyeceğini düşünüyor adam zira. Kutuplardaki buzulların erimesini dert ederken Suriye’deki iç savaşı dert etmeye insanın kapasitesinin yetmeyeceğini düşünüyor. Öyle bir mantık sefaleti.

Diğer bir tuhaf tavır da “sosyal medyadan tepki vermekle, elçilik önüne gitmekle olmuyor” tavrı. Yahu ne yapalım? Sesimizi bir şekilde çıkarmanın derdiyle dertlenmeyelim mi? Tepki organize etmeyelim mi? “Bu Müslümanlar da koyun gibiymiş, Mushaflarını yaktık, sesleri çıkmadı” mı dedirtelim? Tuhaf yani. Tabii ki elden gelen neyse o yapılacak.

Diğer bir ilginç tavır da Dışişleri Bakanlığı tarafından yayınlanan protesto metninde yer alan “kutsal kitabımız” ibaresi üzerinden “bu laikliğe aykırı ama ya” yazan, hatta bunun için suç duyurusunda bulunacağını söyleyen Göktengrici yahut Kamalist birtakım tepkiler. Hem çok haklılar hem de acayip haksızlar. Haklılar, çünkü T.C. Anayasası’na göre devletin “kutsal” bularak taraf olduğu bir metin olamaz. Haksızlar, çünkü Mustafa Kemal ve arkadaşlarının kurguladığı Türkiye Cumhuriyeti, zımnen ama çok büyük bir açıklıkla “Türk, Müslüman, Hanefi, Sünni” bir devlettir ve “kutsal kitabımız” diye anılacak bir kitap varsa o da Kur’an’dır, Türkiye Cumhuriyeti Devleti için. Diyanet İşleri Başkanlığı yapısından da anlaşılır bu, adı konulmamış kurallarla devletin kritik noktalarında görev yapacak insanların nitelikleri bakımından da. Türkiye’nin laikliği başka, bambaşka bir yerden ilerler o bakımdan. Göktengrici yahut Kamalist arkadaşlara Mustafa Kemal’in bu husustaki yaklaşımlarını araştırmalarını öneririm. Böylelikle Türkiye Cumhuriyeti’nin ana aksının Türklükle eşitlenmiş bir Müslümanlık olduğunu anlama fırsatı bulurlar belki. İnançlarına büyük saygı duymakla birlikte bilhassa Göktengrici arkadaşların meseleleri anlamak yerine “romantize etme” tavırlarını komik bulduğumu da söylemek isterim.

Son notum Mushaf yakılmasına “düşünce özgürlüğüdür neticede yaaa” diye yaklaşan gevşeklere gelsin. Düşünce özgürlüğü öyle bir şey değil. Bunu bir anlasanız mesele kalmayacak. “Kültür endüstrisinin emperyalist yayılmacı duyarlılıkları” ile düşünce özgürlüğünün o berbat işbirliği insanı büyük, kocaman bir uçuruma yuvarlıyor. “İnsanlık düşmanı” olarak sınıflandırılıp itlaf edilmesini savunacağımız birini “düşünce özgürlüğünü kullanıyor yaaa” diyerek savunabilmek için sadece aptal olmak yetmez, sütsüz olmak da lazım gelir.

#Rasmus Paludan
#Kur'an-ı Kerim
#Türk
#Türkiye Cumhuriyeti
#İslam
1 yıl önce
Gâvur yaksın Türk baksın
Dünya beşten büyük müdür?
Arnavutluk ve Arnavutlar-5
Hangi Mevlânâ
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek