|
Pazar yazımı yazarken


Günlerden güneşli bir cumartesi. Bir ucu köhnemiş bir caddeye, diğer ucu Maraş Kapalıçarşı’sına uzanan bir sokakta, şehre her geldiğimde kaldığım otelin önündeki kötü dış mekân sandalyelerinden birine çöküp emektar bilgisayarımı sehpaya seriyorum.

Bu dem, Burak’ın yahut Ali’nin seğirterek gelip “yazı mı yazacan İsmail abi?” diye sordukları, sorunun cevabını aldıktan beş dakika sonra iyi yapılmış bir sade kahveyi bilgisayarın yanına kondurdukları dem.

Günlerden güneşli bir cumartesi. Bunu zaten söylemiştim. Söylemediğim şey şu: Maraş’ın sabah güneşi ilginçtir. Terletmeyen, fakat insanı tatlı tatlı yakan bir güneş. Kahve, su ve sigarayla tamamlanan bir sıcaklık dörtgeni gibi.

Yazımı zihnimde usul usul kurgularken tam karşıdaki kuyumcu atölyesine kaldırdım kafamı. Bugün, açık olan pencereden Müslüm, Azer, hiç olmadı İbrahim Tatlıses şarkıları yükselmiyordu. Sesi güzel o kuyumcu çırağı, o şarkılara eşlik etmiyordu.

“Yazının ritmi eksik kalacak bugün” diye düşündüm tabii ki. Fakat çok geçmeden, “karşıdaki kötü dış mekân sandalyesinde oturan abi yazısını yazacak, adamcağıza bir müzik açalım” diye düşündüğüne adım gibi emin olduğum kuyumcu çırağı Müslüm Baba’dan “Senin hasretin varken bu şehirde yaşanmaz”ı salıverdi sokağa.

Fazla entelektüel bir yazar olsaydım, o eşsiz anı ölümsüzleştirip kayda geçirmek için “bir şehir en çok seslerinden tanınmalı” gibisine bir cümle yazarak başlardım yazıma. Onun yerine, değişmeyen acımı oturttum yine masaya. “Yol yakından dönmeyi öğrenemedi. Öğrenemezdi de. Çünkü bir çift gözden kaçamadı. Kaçamazdı da” cümleleriyle başladım yazıya.

Mutat olduğu üzere elinde bir bardak çayla Yusuf geldi ilk cümleleri bitirdiğimde. “Pazar yazısı mı yazıyorsun hacı baba?” diye sordu otururken. “He” dedim, “ilk cümlelerini de yazdım.” “Bitirmişsin o zaman” diye gülümsedi ve benimle birlikte Müslüm Baba şarkısına ve güneşe bıraktı kendini.

Müslüm Baba, şarkıya eşlik eden kuyumcu çırağının kavruk sesi, esnaf dükkanlarıyla dolu sokağın kendisine mahsus sesleri ve bilgisayarımın tuşlarının tıkırtıları birbirine karıştı. Ritmi bulmuştum. Akar giderdi artık yazı. Aktı gitti zaten.

Yazıyı hemen hemen yarıladığımda Vahdet de geldi. Onun derdi bellidir: “Yazını bitir de kahve içmeye gidek başkanım.”

Onlar kendi aralarında konuşmaya koyulduklarında yeni bir ritim daha buldu yazı. Akışı hızlandı. “Şehri bilmem ama bir yazar seslerden oluşmalı, bir şairse sadece ses olmalı” diye bir artistlik yapmak geldi içinden. Onun yerine “İnsan düştü okuyucu. Söz düştü” cümlelerini yazmakla yetindim.

Nedense o güne dair başka bir detay hatırlamıyorum. Ne yaptık, yazı bittikten sonra kahve içmeye gittik mi, yoksa Hacı Mehmet’le toplantıya mı çöktük, inanın zihnimde kalmamış. Kuyumcu atölyesinde sırasıyla Müslüm, Cengiz, Müslüm, İbo, Azer, Müslüm, İbo, Azer ve Müslüm’den oluşan o playlisti ise sırasıyla hatırlıyorum.

Şimdi o önündeki kötü dış mekân sandalyelerine tüneyip kahve içtiğimiz otel yok. Yıkıldı sayılır depremde. Kuyumcu atölyesi zaten yerle bir olmuş durumda. Dolayısıyla sesler de yok.

“Bir şehrin hafızası, ancak sesleri geri geldiğinde canlanır” yazardım şehir-insan ilişkisini romantize eden bir yazar olsaydım. Onun yerine “Aşk, belli belirsiz bir gölge olarak kaldı çölde” yazmayı tercih ettim.

Depremin neyi nasıl yıktığını gördüm ben. Seslerin seslere katılarak oluşturduğu o ormanın kaybolduğunu ise işte şimdi, bir pazar yazısı yazarken hissettim.

Sessizce yandım.

#Deprem
#Kahramanmaraş
#İsmail Kılıçarslan
1 yıl önce
Pazar yazımı yazarken
Yine aynı hikâye
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim