|
Sorunun peşinde

Bir ressama gittim ilkin. Kenarlardan daralmış, grisi fazla bir gökyüzü çizmenin peşindeydi. İzledim onu. Fırçaları tuvale vuruşuna dikkat kesildim. Sonra sordum: “Ey renklerin efendisi. Paletinde kuşlar, yalnızlıklar ve kalbi kırılmışlar saklayan büyük ressam. Söyler misin bana? Benim bu çaresizliğimin bir rengi olsaydı, ne olurdu o?”

Ressam, çizdiği gökyüzünden ayırmadı gözlerini. Sandım ki sorumla ilgilenmiyor. Cevap vermeyecek bana. Canım sıkıldı. Kalkmaya yeltendim. Yekindim. “Kehribar” dedi, “senin çaresizliğinin rengi kehribar olur ancak. Bazı saçların, bazı gözlerin, bazı kolyelerin, hatta bazı tespihlerin rengi olarak değil ama. Ateş görmüş çocukların, menenjitin, suçiçeğinin, kızamığın rengi olarak kehribar. Sirkeli bezlerin, buz kalıplarının, duaların ve sabahlamaların kehribarı... Kaçırılmış vapurların, yakalanamamış trenlerin, çaresiz el sallamaların, ağlamak için arkanı dönmeyi beklemelerin kehribarı.”

Bir dervişin yanına uğradım sonra. Yüksek bir tepeden aşağıdaki gölü seyrediyordu. Taşlardan bir ocak yapmış, iyice kararmış tenceresini üzerine koymuş, adını bilmediğim bir çorbayı kaynatmaktaydı. Uzun uzun izledim tahta kaşığın o sıvıda oluşturduğu dalgalanmaları. Sanki çorba benmişim ve tahta kaşığın rengi de kehribarmış gibi. Sordum sonra. Çünkü sormaya gelmiştim. Sormak için çıkmıştım yola. Yolun kendisi cevap bulmak için değil, soru sormak içindi. Sordum: “Ey kanaat etmelerin, dili damağa yapıştırmaların, dünyaya eyvallah etmemelerin dervişi. Söyler misin bana? Nasıl engel olabilir insan bu derin sızıya?”

Derviş, çorbasını karıştırmaya devam ederken yineledi sorumu: “Nasıl engel olabilir insan o derin sızıya…” Sustu sonra. Ressamdan alışkındım. Bekledim. Bekledim. Bekledim. Konuşmadı derviş. Dayanamayıp “soruma cevap vermeyecek misin?” dedim. Gülümsedi. “Cevabını verdim” dedi, “insan o sızıya engel olamaz. Dahası bana sorarsan olmamalıdır da. Bunu şöyle düşün. Yanmaya razısın ama ateşi görünce, yaklaşınca ona, yanmaktan başkaca bir yol olduğunu hayal etmeye başlıyorsun. Çaren yok. Yanacaksın. Yana yana küseceksin dünyaya.”

Yolum bir şairin evine düştü bu kez. Bahçede devasa bir kayaya oturmuş, elindeki kazmayla vuruyordu kayaya. Kayadan kıvılcımlar çıkıyor, küçük taşlar kopuyordu. Kopan her taş bir çocuk gibi gülümsetiyordu koca şairi. Anladım. O kaya hakikatti ve kopan taşlar da hakikatin küçük, belirsiz parçaları. Şair, böyle yazıyordu işte şiirini. Kayadan kopararak. Yine de bir şey yapamayarak kayaya.

Sordum ona: “Ey sözlere hükmeden kudretli şair. Bana bir yolunu öğretebilir misin yaşamanın?”

Şair kızdı bana: “Yanlış adama geldin bu soruyu sormak için. Ben ki şairim. Yazıp bozarım. Yaşamanınsa bilmem hiçbir yolunu. Hem bir yolunu bulsaydım eğer, bulabilseydim bunu, kimseye söylemezdim. Elimden bu kazmayı atar, derhal girişirdim yaşamaya. Fakat dur. Bir yolu var derler. Yaşamanın yani. Bana da çok eskiden bir başka şair söylemişti. İşime yaramadı benim. Belki senin işine yarar. Kendini kandırmayı öğreneceksin. Her sabah kalkıp kendini ikna edeceksin yaşamaya. Yaşamak için bahaneler toplayacaksın zihninin bahçelerinden. Bunu yapabilirsen yaşamanın bir yolunu bulmuş da olacaksın. Bana öyle bakma. Ben yapamadım bunu. Hakikat, beni çağırdı her seferinde. İkna edemedim kendimi. Ama sen, genç ve sorular soran birisin. Belki senin için bir yol vardır. Belki kalmaz yaşamak izi yüzünün dehlizlerinde, alnının çizgilerinde.”

Sonunda bir ermişin yanına vardım. Küçücük, penceresiz kulübesinin önünde, yaygısının üzerinde oturuyor ve uzaklara bakıyordu, uzağı da yakını da görme yeteneği kalmayan gözleriyle… Sormadım bu sefer. Sadece oturdum yanına. Sonunda sadece nefeslerimizin sesi kalana kadar, ikimizden başka bir şey kalmayana kadar oturdum. Uzaklara baktım. Onun baktığı uzaklara bakıp başka şeyler gördüm.

Ermiş fısıldadı: “Hüzünler Kulübesi burası. İlkin Yakup inşa etmiş. Özlemekten yapmış burayı. Gözlerini burada vermiş özleme.”

Dayanamadım, “Yusuf’un gömleği yetişmiş ama imdada” dedim. Konuştu yeniden: “Doğru. Yakup’san Yusuf’un gömleği imdada yetişir ve açılır gözlerin.

Ama şunu sor kendine. Hüzünler kulübesinde oturan herkes Yakup mudur? Dahası şunu sor. Her Yakup’un var mıdır bir Yusuf’u? Bana gömleğini çıkarıp uzatsan açılır mı gözlerim?”

Gömleğimi çıkardım usulca. Ermişe uzattım. Gözlerine sürdü ve açıldı gözleri. Ayağa kalktı. “Kulübe” dedi, “senin olsun bundan böyle. Yusuf’un gömleğini sen bekle biraz da…”

Ermiş yürürken, arkasından baktım. Göremedim onu. Gömlek gelene kadar hiçbir şey göremeyeceğimi anladım böylece. Soru sormayı da bıraktım, cevap aramayı da böylece. Hüzünler kulübesinde, kadere teslim olmuş biriydim işte sonunda. Her şeyin sonunda… Bu, böyle.

#ermiş
#hüzün
#özlem
#soru
#ressam
#fırça
#derviş
#sızı
3 yıl önce
Sorunun peşinde
Süper güç refleksi
Hata affedilmez
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar