|
Yeni siyaset için cevaplandırılması gereken eski sorular
Henüz resmî olarak açıklanmasa da partili cumhur başkanlığı sisteminde yeni milletvekilleriyle, cumhurbaşkanlığı
seçimleri
nin artık ülkemiz gündeminin ilk maddesi haline geldiği malumdur.

Bu demektir ki, siyaset konuşmaya zaten pek meraklı olan çoğunluğumuz eserden isme, enflasyondan hayat pahalılığına, yerel yönetimlerin başarısından, ilgili sivil toplumların çalışmalarına kadar… hemen her şey kahvehanelerin, siyaset bilimcilerinin ve toplum mühendislerinin masalarına boca edilerek konuşulacaktır.

Konu bu yanıyla normaldir. Normal olmayan yanı ise, bir
ateş çemberi
yle kuşatılmış olan Türkiye’nin –kendi bekası özelinde– uluslararası dostluklarının, düşmanlıklarının, ittifaklarının, karşıtlıklarının, maruz bırakılacağı dış ve iç cephe muhalefetlerinin konuşulmasının ve tartışılmasının, ilkine göre çok çok daha baskın olacağıdır.
Bu durumda artık asıl meselenin Cumhurbaşkanlığı ve TBMM seçimleri tahtında, birinci derecede Türkiye’nin yeni devlet anlayışına, yönetim ve siyaset tarzına, sosyo-kültürel ve sosyo ekonomik tercihlerine, (en geniş anlamlarıyla)
din-milliyet
önceliklerine ya da bunlara dair reddiyelere veya mevcut toplumsal kodlarla uyuşması mümkün olmayan başka tercihlere, tekliflere açılacağı ve bu yanıyla önceki seçimlerde gündeme gelmemiş çok daha aslî, yapısal, siyasi bir temele oturacağı da görülebilmektedir.
Bu
de facto
içinde Türk entelektüel ve münevverlerinin yukarıda zikrettiğimiz üç masayı murakabe etmekle birlikte, kendilerine özel bir yeni bir masayı kurmaları temenniden öte zorunlu bir durumdur. Zira gündelik seçim heyecanlarının, tartışmalarının ve parti atışmalarının fevkinde, bu ülkenin şimdisini ve geleceğini birinci derecede ilgilendiren bir seçimdir söz konusu olan!

Dolayısıyla “Libya’da ne işimiz var?”; “Rusya-Ukrayna savaşında neden koşulsuz olarak NATO’nun yanında yer almıyoruz?”; “Mültecilere neden sahip çıkıyoruz?”; “Kuzey Afrika ülkeleriyle dayanışmamızın ne gereği var?”; “NATO müttefiklerimizden almak varken neden kendimiz silah ve mühimmat üretelim?; “Eğitimde, kültürde yerlilik arayışı çağdaşlıkla bağdaşır mı?” vb. gündelik siyasi ortamda telaffuz edilip geçilmesiyle basitleşen, sıradanlaşan ama gerçekte yukarıda zikrettiğimiz devlet esaslı yeni tercihler ve yönelimler bağlamında son derece hayati olan soruların cevapları için o özel masanın mutlaka kurulması elzemdir.

Ancak bu masadaki konuşma ve tartışmalarla, Cumhuriyetin kuruluşundan hatta Tanzimat’ın ilanından beri eski sorularda köklenmiş, doğru cevapları ise hep ileriki zamana ertelenmiş temel meseleler yeniden ele alınabilir ve doğru teklifler, çözümler, öneriler de bu sayede tahakkuk edebilir.

Bu bağlamda Cumhuriyetin şu ilk bir yüzyıllık devrinden geçen toplumumuzun –dünya görüşünün de ilk belirleyeni olarak tespitine muhtaç olduğumuz– dünya hakkındaki görüşünü öncelikle doğru anlamamız ve anlatmamız gerekmez mi?

Zira dünya fikri olmayanda devlet fikri olmaz; devlet fikri olmayanda da –İbn Haldun’un yüzyıllar öncesinden devletin zorunlu iki şartı olarak belirlediği– ordu ve ekonomi fikri olmaz. Oysaki hayatın mülk, iktidar ve adalet üzerine kurulduğu, bunların da devlet tanımı altında müesses hâle geldiği kadim zamanlardan beri bilinen bir gerçektir.

Peki Türk toplumu olarak bugün nasıl bir dünya telakkisine sahibiz?

Sözü uzatmadan söyleyecek olursak maalesef son derece travmatik, alil ya da arızalı bir dünya telakkisine sahibiz.

Çünkü din yönünden ahireti aslî bilerek değersizleştirmek zorunda olduğumuz, ama hayat şartlarına tabi olmak bakımından da ziyadesiyle önemsediğimiz iki dünya algısını birlikte taşıyoruz.

Bu, İmam Gazzâlî’nin ahiretle dünya sevgisini kalbinde birleştirdiğini iddia etmenin yalan olduğunu söyleyişinden daha çetrefilli bir durumdur. Tıpkı kötülükleri nedeniyle dünyayı değersizleştirmeyi kendilerine iş (meslek) edinmiş birinin, daha işini yaparken onun sonunda elde edeceği
ücret
i düşünüyor olmasındaki gibi çelişkili bir hâl üzerindeyiz. Bu yanıyla hem inancımızı gözetmenin hem de dünyada olmanın hakkını verdiğimizi sanmanın sahtekarlığına tabiyiz.

Öte yandan bu arızalı algı, neyi ne’liğiyle iyi ya da kötü olarak nitelediğimizi bilmediğimizin, dolayısıyla dünyanın varlığı karşısında kendi varlığımızı doğru konumlandıramadığımızın da bir göstergesidir.

Kendi hakikatlerine uygun olarak yaşatıldığımız yerin adıdır dünya!

Onun bize rağmen / bizden müstağni olarak sürüp giden varlığında belli bir müddetle ve ona rağm edilmiş olarak yer tutarız.

#Siyaset
#Cumhurbaşkanlığı seçimi
#NATO
#Libya
#Rusya
#Din
#Millet
#De facto
1 year ago
Yeni siyaset için cevaplandırılması gereken eski sorular
Kara dinlilerle milletin savaşı
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’
Jeopolitik sürpriz: ABD, Rusya ve İsrail nasıl anlaştı?