|
Metafiziğin neresindeyiz

Önceki yazımızda, Maurice Merleau-Ponty’nin “Dünya sorunu ve başlangıç olarak kişiye has beden sorunu şundan ibarettir: her şey onda ikamet eder” sözünden yola çıkarak, insan açısından metafiziğin neliğini ve gerekliliğini dile getirmeye çalışmıştık.



Metafizik, “insan bu, meçhul”den başlayıp tefekkür alemindeki uzun ve çok yorucu bir yolculuktan sonra yine buraya dönerek, çerçevelenmesi bir hayli zor olan kendi tanımında karar kılar, zira metafizik dendiğinde insanî idrakin içinde (belki de fevkinde) işleyen kuşatılması, tanımlanması imkansız bir dirakin varlığı kendiliğinden ortaya çıkar.

Nitekim, “Tanrı vardır” dememek için kırk dereden su getiren Merleau-Ponty bile, konu idrakin fenomenolojisi olduğunda, insan hakkında meçhul olanı, insan oluşunun bir karakteri sayıp, onunla ilgili bir durum sınırlamasıyla izahta karar kılmaya çalışsa da konuyu metafiziğe tevdi etmekten kaçınamaz:

“İnsani varoluşu ‘baş aşağı’ çevirmek söz konusu değildir. Hiç kuşku yok ki, mahcup olup utanmanın, arzunun ve sevginin genel olarak metafizik bir imlemeye sahip olduğunu, yani insana doğa yasasıyla yönetilen bir makine veyahut bir ‘içgüdü demeti’ muamelesi edildiğinde bunların anlaşılmaz olduğunu, bunların bilinç olarak insanla ve özgürlük olarak insanla ilgili olduğunu kabul etmek gerekir. İnsan normalde bedenini göstermez ve gösterdiğinde de bunu ya endişeyle ya da etkilenme yönelimiyle yapar. Ona öyle gelir ki bedenini kateden yabancı bakış onu kendissinden kaçırır veya tersine, bedeninin sergilenmesi başkasını savunmasızca ona teslim edecektir ve o zaman da köle durumuna indirgenen başkası olacaktır. O halde utanç ve utanmazlık, köl-efendi diyalektiği olan ben ve başkası diyalektiği içinde yer alır: bir bedenim olduğu ölçüde, başkasının bakışı altında nesneye indirgenebilirim ve onun için bir kişi olmaktan çıkabilirim veya tersine, onun efendisi olabilir ve ona bakabilirim. Ama bu efendilik bir çıkmaz yoldur, zira benim değerim başkasının arzusuyla kabul edildiği andan itibaren, başkası artık beni tanımasını istediğim kişi değildir. Etki altındaki bir varlıktır, özgürlüğü yoktur ve bu bakımdan artık benim için önemli değildir. Öyleyse bir bedenim olduğunu söylemek, bir nesne gibi görülebileceğimi ve özne gibi görülmeye çalıştığımı, başkasının benim efendim veya kölem olabileceğini, öyle ki utanç ve utanmazlığın bilinçler çoğulluğunun diyalektiğini ifade ettiğini ve bunların pekala bir metafizik imlemesi olduğunu söylemenin bir yoludur.” (Algının Fenomenolojisi, çev.: Emine Sarıkartal – Eylem Hacımuratoğlu, İthaki Yayınları, İstanbul 2017)

Bu bahsi, kendi dindarlığımız nedeniyle, felsefecilerin, fenomenologların imanını merak ederek açmadığımız aşikardır. O halde bu uzaktaki bilgiyi yakınımıza çekerek kısa yoldan bize gelebilmek için sormamız gereken “metafiziğin neresindeyiz?” şeklindeki soruyu, aynı zamanda pratiğe aktarmak suretiyle dönüştürerek soralım:

Önce, gerçekten, Tasavvuf planında İslam metafiziğinin neresindeyiz? Diğer bir soruşla, bugün Tasavvuf dediğimizde aklımıza gelen ilk şey metafizik midir?

Elbette ki değildir. Bugünkü durduğumuz (ya da evrile çevrile getirildiğimiz) yerden baktığımızda Tasavvuf adına zihnimizi işgal eden imgeler cübbeli-sarıklı bir takım meczuplardan, kendisine inanmış yoksulların yoksulluğunu bile paraya tedavül etmeyi bilen kimi uyanıklardan ve din bilgini sıfatıyla bunlara söven ilahi kelam ve hadis yargıcı muhtelif pozitivistlerden ibarettir.

Hal böyle olunca, terimi kendi hakettiği mahalle yerleştirip, bu sayede sorulabilecek her soruya karşı, onun asliyetini koruma altına aldıktan sonra ancak “Tasavvuf planında İslam metafiziğinin neresindeyiz?” diye sorabiliriz.

Bu seviyeye eriştiğimizi farzederek, şimdi yukarıda zikrettiğimiz dönüştürmeye teşebbüs edebiliriz:

Bunun için, “insan bu, meçhul” deyişi çevresinde, Abdülhak Şinasi Hisar ile Ahmet Hamdi Tanpınar, Bergson’dan, Sezai Karakoç, Kierkeegaard’dan neden etkilenmişlerdir sorusuyla yol alalım.

Bu sorunun cevabı, 1-kendi zamanlarının dil, düşünce ve anlayışıyla insanı yeniden anlatabilmek, 2-tarikatların yasaklandığı, tekke ve zaviyelerin kapatıldığı bir ortamda, insan kavrayışına ilişkin İslam metafiziğinden (Tasavvuftan) söz etme yasağını bu sayede delmek, şeklinde olabilir.

Peki, onların söz konusu etkilenme yoluyla görebildiklerini biz neden göremedik ve neden olanların edebiyat merkezli metafizik tefekkürlerini kendi zamanımıza zenginleştirerek taşıyamadık. Yoksa Hisar, Tanpınar ve Karakoç edebiyatının Tasavvufî boyutlarıyla ilgili çalışmalar yapıldı da ben mi bundan habersizim.

Habersiz olduğumu sanmıyorum ve onu mezkur isimlerin dışında gelişen ilmî ilgideki (düşünce ortamındaki) kısırdöngüyle ilişkilendiriyorum.

Bu kısırdöngüye ve sonrasına mahsus tespitlerimizle tamamlayalım inşallah bu bahsi.

#Metafizik
#Varoluş
#Tasavvuf Planı
5 yıl önce
Metafiziğin neresindeyiz
Etme bulma dünyası ve İstiklal Mahkemeleri..
Hz. Âdem kaç yıl önce yaşadı?
Pişkinlik piştikçe pişer
İkiyüzlü dünyanın 200 günü
Garson nereye baksın?