“Türküm ama bu benim suçum değil” diyen, sanatçılığı kendinden menkul biriydi; suçu olmayan şey onun en büyük üzütüsü haline geldiğinde, buna daha fazla katlanamayacağına karar vererek, performans sanatını özgürce sergileyeceğini sandığı İtalya’ya yerleşmişti.
Geçende, sosyal medyadaki takipçilerinden birinin “Umarım sizler iyisinizdir; aklım sizde” mesajına karşılık “Valla bizim sektör battı. 03/04’e dek tiyatro sinema her şey durdu. Perişanız.” şeklindeki sızlanışıyla tekrar gündeme geldi.
Bu yüzden toplanmalara neden olan yerlerin kapatılması cümlesinden, ilk nasibini alan da sanatın, özellikle de performas sanatının / sanat performansının icra edildiği yerler oldu.
“Panik”, İtalya’da virüsün yaygınlaşmasındaki en büyük etken olarak gösteriliyor. Tanıklar, hastalığın birkaç kişide görülmesi üzerine İtalyanların hastanelere akın ederek, sağlık çalışanlarına ayrılmış maskeleri bile yağmaladıklarını, maskesizlik nedeniyle sağlık elemanları arasında hızla yayılan virüsün, kendilerini onların ellerine teslim edenlere de kolayca bulaşarak, daha çok yayıldığını söylüyorlar.
Şimdi, performans sanatçısına, “ölüm korkusuyla, toplumsal hayatın korunmasını zorunlu gördüğü sınırları bile anında yıkan bir halk mıydı senin, Türklükten ve Türklerden kaçıp sığındığın halk?” diye sormamızın bir manası yok elbette. Ama onun “Bizim sektör bitti... perişanız...” sızlanışından performans sanatının, hiç de söylene geldiği gibi, onsuz kalınamayacak bir şey olmadığını, dünyayı aydınlatma, insanları eğitme cinsinden ona yüklenen işlevin bir yalandan ibaret olduğunu bu vesileyle dile getirebiliriz.
1960’lı yıllarda ortaya çıkan performans sanatı, bugünkü İtalya örneğinden de anlaşılacağı üzere, toplumsal krizlerde sınırlanan, yasaklanan, unutulmaya terkedilen ilk şeylerden biri olmakla, hakkında üretilen nazariyatın temelsizliğine, gereksizliğine hatta lüzumsuzluğuna da karine teşkil etmektedir.
Gerçi Batılı kimi sanat adamları belirttiğimiz bu hususu öngörmekten de geri kalmamışlardır.
“...Çağdaş sanatla yaklaşma çabamız size hiçbir şey vermediyse ve sanatçıların yerinin tımarhane, çağdaş sanatın da çöplük olduğunu düşünmeye devam ediyorsanız, son bir tesellimiz var: Bir gün hepimizin ölecek olması büyük bir münasebetsizlik tabii. Ama sanatın da ölümün elinden kurtulamayacağı düşüncesi pek çok insan için daha da katlanılmaz. Sanat neredeyse dinin yerini aldı. Faniliğin tesellisi sayılan sanatın bu dehşeti biraz olsun hafifletmesi bekleniyordu. Bunu en güzel Frederich Nietzche ifade etmiştir: ‘Varoluşun acısına’ ancak ‘sanatın baştan çıkarıcı güzellik tülleri’ sayesinde katlanılabildiğini yazmıştı filozof. Ve biz bu tüllerin lime lime olduğunu biliyoruz artık.” (Çev.: Zehra Aksu Yılmazer, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2012)
Nietzche’nin samimiyetinden kuşku duymayacağımız için ‘varoluşun acısına sanatla katlanma’ tezinin geçerliliğine katılırız, ancak toplumsal bir krizde her şeyden önce sanattan vazgeçen modern dünyanın ve bu dünyayı temsil edenlerin Nietzche vari söyleyişlerle bir sahteliği yaygınlaştırmalarına katılamayız.
Çünkü burada gözden kaçırılmaması gereken şey, performans sanatıyla birlikte “bir sektörün” iflas etmiş olmasıdır.
Ki bu sektör, sanatçılardan çok sanat bezirganlarının belirlediği bir pazardır ve Türklüğünden utanan kişi de son tahlilde o benzirganlardan biridir.