|
Sanatçının kendi Yaratıcısı’nı bilmesi

Önceki yazımızda, bir ilk sonuç için, “Allah’ın sanat ve sanatlılık esasındaki halk edişinden kendisine bir nasibin eriştiğini düşünmeksizin hareket eden...” şeklindeki bir cümleye yaslanmıştık.

Ancak sanat / sana’û kelimesinin o yazıda zikrettiğimiz muhtelif anlamlarında yaratma / haleka kelimesi yer almamıştı. Çünkü Kur’an’da yaratmanın karşılığı olarak yer alan bedi’/bede’a (benzeri olmaksızın icat etmek); fâtır/fatara (çatlatmak, belli özelliklere sahip olarak yaratmak); kadâ (tamamlamak, kararlaştırmak) vd. kelimeler hakkındaki geniş bilgi için sizi Şakir Kocabaş’ın Kur’an’da Yaratılış adlı kitabına yönlendirerek, sanatın, son tahlilde Allah’ın yaratmasına tabi olmakla birlikte, Kur’an’daki anlamları yönünden bir yaratmanın konusu olmadığını söylememiz gerekir. Yaratma ile yapma (ve diğer anlamları) arasındaki bu nüans, Müslümanın sanat aklını tespitte, elimizi güçlendiriyor, en azından Müslümanca bir sanatın tanımını yapma cesareti veriyor gibidir.

Buna göre sanatı, bir şeyi sağlam bir yapıyla meydana getirmek; terbiye etme esasında ehlileştirmek, yetiştirmek; seçerek ve işleyerek, benzerlerinden ayırmak; tamamlanmayı hak eden bir işi dikkatle ve özenle iyi bir şekilde tamamlamak, başkasına yarar sağlayacak şekilde bir işi işlemek, sağlam yapılar kurarak yeryüzünü insanın ihtiyaçlarına göre imar etmek... şeklinde tanımlamamız mümkündür.

Ama aynı nüans, sanatla yapanın / sanatçının ilgili İlâhî isimlerle ilişkisinin doğru kurması bakımından, bu manada onun kendisinin terbiye edilmesi itibariyle oldukça karmaşıktır. Zira, Allah’ın yaratmasından ayrı tuttuğu bir yapmayı, insanın nefsinde / kişiliğinde kendisine mahsus bir yaratma olarak görme ihtimali fıtratı bakımından mümkündür ki, bunun dayanacağı sonuç da onun Allah’a şirk koşmasıdır.

Dolayısıyla el-Hay, el-Hâlık, el-Bârî, el-Musavvir, el-Mübdî / el- Bedi’/ el-Münşî, el-Alîm isimleri öncelikli olmak üzere, Allah’ın celîl olan doksan dokuz ismiyle sanatçılık planında kurulacak bir ilişkinin tesis edilmesi esas olduğu gibi, bu ilişkinin kurulmasında, büyüklerimizden çoklarının tavsiye ettiği şekliyle kendilik bilgisinden rububiyet bilgisine geçilmesi (Kendini bilen Rabbini bilir) esas alınabileceği gibi, onlardan az bir kısmının tavsiye ettiği, rububiyet bilgisinden kendilik bilgisine geçilmesi de (Rabbini bilen kendini bilir) mümkündür. Önemli olan her iki yolun başlangıcında da Allah’tan sakınmanın öğrenilmesinin zorunlu olduğudur.

Hal böyle olunca, Müslümanın sanat aklını tespitte, arayacağımız ilk zemin, iman zemini olacaktır. Burada akaitte sistemleştirilen şekliyle imanın şartlarından değil, onu da içine alan kuşatıcı bir inanıştan söz ediyorum.

Zemahşerî, bu inanışı Âl-i İmrân suresinin 102. ayetinin tefsirinde şöyle çerçevelemiştir:

“Hakka tugâtihî (hakkıyla sakınma) ifadesi, sakınılması gereken ve sakınılmaya layık anlamında olup, farzları yerine getirmek ve haramlardan kaçınmak demektir. (...) Bununla ‘takvada, gücünüz yettiği hiçbir şeyi bırakmayacak şekilde titiz davranın’ manası murat edilmiştir.” (Keşşâf Tefsiri)

Kuşeyrî ise bu muhkem çerçeveyi şöyle derinleştirmiştir:

“Takvanın hakikati, nefs cihetinden kendisine bir şey eklemeden ve çıkartmadan emre uyarak takva sahibi olmak demektir. (...) Allah’ın emri ise iki türlüdür. Birisi kesin olan emir, diğeri ise tavsiye olandır. Yasaklarda da aynı şey geçerlidir. Haram ve tenzih amaçlı yasaklama. Bu itibarla hakkıyla takva sahibi olmak öncelikle zelleden (sürçmeden) sakınmak, sonra gafletten sakınmak, sonra her türlü eksiklikten uzaklaşmak, sonra illetten uzaklaşmak şeklinde gerçekleşir. Takvayla nitelenmiş olduktan sonra takvayı görmekten de takva sahibi olunca, hiç kuşkusuz hakkıyla takva sahibi olmuşsun demektir. Takvanın hakikati günahı terk, unutmayı ortadan kaldırmak, verilen sözleri tutmak, kurallara uymak, uluhiyeti müşahede etmek, beşeriyet hükümlerinden uzaklaşmak, zulüm ve günahtan kaçındıktan sonra ilahi hükmün cereyanı altında etkisiz bir şekilde durmak. Onun keremini dikkate almadan kendi itaatinle yerine getirdiğin herhangi bir şeyle Allah’a ulaşamayacağını bilmek, Allah’ın hiç kimseden bir sebep karşılığında bir şey kabul etmeyeceğini, kimseyi bir sebeple kovmayacağını hakkıyla bilmek demektir.” (Letâifü’l-işârât / İlahi Kelâm’ın Sırları)

Bu tarzda inanılan ile ona inanışta, inananın sanat aklı çevresinde, oluşacak ikinci esas: Sevgidir. Zira mezkur inanışın hak ettiği şey, ancak rasyonel ilgileri aşan bir kalp ve gönül bağı olabilir.

#Sanat
#Hak
#Yaratıcı
4 yıl önce
Sanatçının kendi Yaratıcısı’nı bilmesi
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’
Jeopolitik sürpriz: ABD, Rusya ve İsrail nasıl anlaştı?
Nazlı seçmen günlerinde siyaset