|
28 Şubat’ın sonrası…

28 Şubat’ın üstünden 22 yıl geçmiş, dile kolay. Çevik Bir’in söylediği gibi, 1000 yıl sürmedi. Birkaç yıl içinde, dönemin kudretli irtica avcılarının sesi duyulmaz, sözü bilinmez oldu; darbeyi yapanların küçük bir kısmı ceza aldı, bazısı da köşesine çekildi.



Dindarlara yapılan ayrımcılıklar ise büyük ölçüde sona erdirildi, başörtülüler sadece eğitim alabilme değil, devlet memuru olarak çalışabilme hakkını da kazandı. Asker, AK Parti iktidarı süresince, görevinin “iç düşman-dış düşman” ayrımıyla vatandaşları ötekileştirmek ya da seçilmiş meşru otoriteye baş kaldırmak olmadığına zaten kısmen ikna edilmişti. Aynı asker, hele de FETÖ’cülerin orduyu kullanarak yapmaya çalıştığı darbe denemesinden, 15 Temmuz’dan sonra biraz da mahcubiyetle tamamen kışlasına çekildi.

Her şey yoluna girmiş gibi, değil mi? Dışarıdan bakıldığında öyle gözüküyor; ama 28 Şubat’ı diğer darbelerden ayıran faktör, yani bir dönem müesses nizamı tanzim eden ve uygulayan Kemalist İdeolojinin “dindarları” ülke için bir tehlike olarak görüyor olması, hala geçerli. Bunu, seyahat ettiğiniz bir minibüste başörtünüze saldıran yarı meczup bir Cumhuriyet teyzesinin nefretinde görebilirsiniz; bunu, yolda gördüğü sakallı-şalvarlı bir adamın üstüne yürüyen histerik feministlerin kendini kaybetmiş öfkesinde yakalayabilirsiniz; bunu, -en yakın zamanlı örnek olarak- dişçi sırasında beklerken sizin ve diğer iki çarşaflı arkadaşınızın fotoğrafını çekerek sosyal medyaya “ne diyeceğimi bilemiyorum” üsluplu ifadelerle atan kadın diş hekiminin sinsiliğinde fark edebilirsiniz.

28 Şubat sona erdi diyoruz ama aslında hiç bitmedi, çünkü bu ülkenin dindar insanlarına yönelik ayrımcılık, resmi ideoloji tarafından 70 yıl boyunca bir vatanperverlik ülküsü gibi tüm vatandaşlara çeşitli yollarla belletildi. Bunun izlerini silebilmek için 20 yıl yeterli gelir mi? Üstelik resmi ideolojinin tedrisinden geçerek dindarları, Kürtleri, azınlıkları ve diğerlerini “savaşılması gereken unsurlar” olarak telakki eden bu insanlar, artık daha da bilenmiş olarak nefret ve düşmanlıklarını çocuklarına miras bırakıyorlar.

Yani, 28 Şubat aslında bitmedi, yaşadığımız süre boyunca da küçülmüş hücreler halinde olsa bile bu toplumun içinde hep duracak. Belki uykuya yatırıldı, belki buzluğa kaldırıldı, şartlar öylesini gerektirdiği için bir biçimde içe doğru bastırıldı ama bitmedi. Dindarların kendine yakın bularak seçtiği insanlar iktidarda oldukça da, belki başını kaldıracak mecali bulamayacak; ama tamamen de sona ermeyecek.

Zira 28 Şubat sadece ordunun değil; medyasıyla, iş adamlarıyla, siyasetiyle, sivil toplumuyla, sokaktaki insanıyla; bir toplumsal grubun, devlet ve asker gücünü arkasına alarak bir başka toplumsal gruba açtığı savaşın adıydı. Karşımızda olan şey, top tüfek değil, bir zihniyetti. Sabri Ülgener’in de söylediği gibi, zihniyet bir toplumda en son değişen unsurdur, uygun koşullar varsa değişimi bazen onyıllar, bazen yüzyıllar alır, bazen de sözü edilen değişim hiç gerçekleşmez. Her ne kadar bilinçli söylenmemiş olduğunu düşünsem de, “28 Şubat 1000 yıl sürecek” sözünün temeli biraz da işin zihniyet boyutunu işaret ediyordu. Üstelik 28 Şubat’ta mücadele sadece kimlik üzerinden de yürütülmedi, işin sınıfsal bir boyutu da vardı; bugün AK Parti’ye oy veren kitlelere “koyunlar” denmesi bile, sınıfsal savaşın hala sürdürüldüğünün bariz delili...

Hepsi bu değil ama. Daha kötüsü var. 28 Şubat dindarların da –nasıl söylemeli- ayarını bozdu. Hem 28 Şubat sürecinde, hem sonrasında o kadar çok özür dilendi; o kadar çok nedamet getirildi; o kadar fazla “biz sizin zannettiğiniz yobazlardan değiliz” içerikli cümle kuruldu ki; en sonunda dindarlar da rakiplerine dönüştü. Hele de iktidara ve devlet imkanlarına kavuşulduktan sonra… İslam’ın Protestanlaşması diyordu buna Yusuf Kaplan önceki günkü yazısında. Buna katılmamak ne mümkün...

Çevrenize bir bakın. İslam’ın ne olduğuyla, nasıl bir yaşam tarzı önerdiğiyle, bu dünyanın geçici ve bizim de ölümlü olduğumuz, dolayısıyla müslümanın belirli kurallar dahilinde yaşamak zorunda olduğuyla ilgili düşünen ne kadar insan kaldı ki… İçinde yaşadığımız ya da akışına kapıldığımız hızlı, hırslı, tamahkar ve haris hayat döngüsünün içinde, böyle şeylerin dert edilmesi neredeyse lüks. Kimsenin durup bunu düşünecek zamanı yok.

Bu kitabi olarak yapılmadı, ama yaşam tarzlarımıza bakıldığında “sekülerleşmeye mani teşkil etmeyen bir İslam”a geçiş yaptığımız rahatlıkla düşünülebilir. Dinlerin Protestanlaşması da, zaten tam olarak budur. Bir yandan Tanrı’nın rızasını kazanmak için çalışıyormuş gibi düşünüp/hissedip, ama sadece dünya için ve dünyada kalacak şeyler için çalışmak. Dinin ruhunun ve kurallarının, “sadece kendinden değil başkalarından da sorumlu olmak” gibi toplumsal düzenleyicilerinin, gündelik hayatın dışına çıkartılması. Müslüman olmak, ama İslam’ın emrettiğini değil, nehyettiğini yapmak…

Geldiğimiz nokta bu. Keşke abartıyor olsaydım…

#28 Şubat
#AK Parti
#FETÖ
5 yıl önce
28 Şubat’ın sonrası…
İyi ki o dönem televizyon yokmuş
Hala mı Atatürk, Cumhuriyet ve laiklik?
Tevradî bir mitin Kur’anî bir kıssa ile tashihi
i-Nesli anlaşılmadan siyaset de olmaz, eğitim de…
İç talebe ilişkin öncü göstergeler ilave parasal sıkılaştırmaya işaret ediyor!