|
Yeni yılda memleketimden İslamofobi manzaraları

Yeni yılda milletçe ve şiddetle ihtiyaç duyduğumuz şey toplumsal beden bütünlüğümüzün ve sağlığımızın temini. Bu konuda geçmişten bugüne devraldığımız veya devralırken değiştirmek ve düzeltmek yerine inşasına ve pekişmesine daha da katkıda bulunduğumuz alışkanlıklarımız, ne yazık ki umut verici görünmüyor. En ufak bir konuyu bile birbirimize sövmenin, kin ve nefret kusmanın vesilesi kılmak siyasal söylem ve kültürümüzün bir parçası olmaya devam ediyor demiştik.

Birbirimizden bir şeyler duymak, anlamak yerine birbirimize karşı konuşlanmak daha kolay bir konfor sağlıyor. Belki siyasetin hatta toplumsallığın tabiatı bu. İnsan olan yerde hilaf var, ihtilaf var, çatışma, rekabet, haset ve çekemezlik var ve bu ünsiyet dediğimiz insanın daha asli özelliğini bastırıyor.

İnsanın yeryüzünde “halife” olmasının keyfiyeti, yaratıcının sureti olmaktan ziyade birbiriyle “hilaf” içinde olmayı daha fazla tazammun ediyor. Belki ayet-i kerimenin zımnındaki asıl anlam da budur, Allahu Alem.

Batılı hümanizm insanı bir süper varlık olarak tasarladı ama bizzat kendi siyasal pratiğinde göğe çıkardığı bu insanla yeryüzünde hiç karşılaşmadı. Bilakis yeryüzünde karşılaştığı insana her türlü insanlık dışı muameleyi reva gördü, bizzat bu hümanist felsefelerin de etkisiyle. Çünkü hümanist düşünceler dönüp dolaşıp insanın kendine hayranlığı, yeterliği ve istiğnasını besliyordu. Bu yeterlik ve istiğnanın pratiği ise hümanizminin farkında olanın farkında olmayanlara karşı uyguladığı şiddetin meşrulaştırılmasına yarıyordu. Hümanist Aydınlanmanın -tamamlanmış veya tamamlanmamış- bir projesi olarak modernite o yüzden tarihin kaydettiği en baskıcı, dışlayıcı, ırkçı, totaliter, faşizan, soykırımcı siyasi pratiklerin de kaynağı haline geldi. Sadece bir dünya savaşında meydana gelen ölümler bütün bir insanlık tarihinde yaşanan savaşlarda ölen insanların sayısıyla yarıştı. Modernliğin bir proje olarak gerçekleşiminin biraz daha ilerlediği II. Dünya Savaşı’na girildiğinde neler yaşandığına geçmiyoruz bile.

Son yüzyılda Müslümanlar çok kalabalık bir nüfus olarak var olsalar bile dünya sahnesinde olup bitenlerde hiçbir sorumluluğa sahip değiller. Yüzyıl önce Müslümanlar Osmanlı Devleti’nin yenilmesi ve tarihe gömülmesiyle birlikte dünyada etkin bir fail olma konumlarını kaybettiler. Kalabalık ve her geçen gün daha da artan nüfuslarına rağmen dünya siyasetinde rol almaktan men edilmiş durumdalar.

Buna rağmen yaşadıkları topraklar hiçbir zaman huzura kavuşmadığı gibi sürekli hâkim devletlerin birbirleriyle savaşlarının alanı olmaya devam etti. Bugün güncel görüntüye bakıldığında dünyadaki çatışma bölgelerinin büyük çoğunluğu Müslüman topraklar ve bunun sorumluluğu da Müslümanlara yükleniyor. Oysa bu bölgelerin hiçbirinde Müslümanlar Müslüman vasıflarıyla yönetim sorumluluğuna sahip değiller.

Bilakis bu ülkelerin büyük çoğunluğunda, Batılı ülkelerde mustarip olduğumuz İslamofobinin çok daha ağırı sergileniyor. İslam’dan korkan, Müslümanlardan nefret eden yöneticiler, bugün İslam dünyasının en önemli sorunu. Bu korku dönüp bir şiddete, baskıya yol açıyor diktatörce yönetimlere haklılık gerekçeleri üretiyor çünkü. Bugün İslam ülkelerinin büyük çoğunluğu Batılı efendileri nezdindeki meşruiyetlerini kendi ülkelerinde harekete geçirdikleri İslamofobik söylemlerinde buluyorlar.

Aslında bu çarkın çok daha basit ifadesi şudur: ülkenin laik veya laikçi yönetici elitleri bal gibi işgal güçlerinin şubeleri gibi çalışıyorlar. Kendi halklarının dinini, inancını, kültürünü bir tehlike olarak Batı’ya satmaya çalışmanın başka bir ismi olamaz. Bugün İslam dünyasının birçok ülkesinde yönetici elitin halkıyla batılı hegemonya arasındaki konuşlanışı bu noktada.

28 Şubat ve öncesinde başörtüsüne, din eğitimine karşı öne sürülen hiçbir gerekçe halkıyla, milletiyle bağımsız bir ülke içinde en ufak bir meşruiyete sahip olamazdı. Bu gerekçelerin hepsi muhtaç oldukları kudreti sadece ve sadece gönüllü temsilciliğini yaptıkları müstemleke güçlerden alıyorlardı. Aynı güçlerle ittifaklarından güç ummaya devam ediyorlar. Küçük çocuklara din eğitimini bir yoldan sapma, bir “tehlike” ihbarı olarak kime, hangi makama, hani mercie yapıyorlar sanıyorsunuz?

Hala bütün bu söylemleri bir de daha ulusalcı, hatta bağımsızlıkçı bir lakırdıyla ileri sürebilmeleri ise sadece cari ulusalcı söylemin de kökenini ele verir, başka bir şeyi değil.

Milletçe beden bütünlüğünün ehemmiyetinden bahsettiğimiz her tahlilde bu noktaya geliyor olmamız ise halen tam anlamıyla kaldıramamış olduğumuz kuşatmayla ilgili değil midir? Değil mi ki bu kuşatma önce zihni bulandırır, Anadolu Müslümanlığı diye yeni bir din, yeni bir referans ve aşırı tolerans aralığı uydururken, bir din için en temel kendini yeniden üretme aracı olan din eğitimine karşı en toleranssız, en acımasız salvolarını yapar?

Kafa karışıklığı mı bu gerçekten yoksa tam da ne yaptığını bilen kafa bulucu bir söylem mi bu, bakmak lazım.

#hümanizm
#Osmanlı Devleti
#Anadolu
2 yıl önce
Yeni yılda memleketimden İslamofobi manzaraları
Davranışlarımız kimin?
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir