Katastrofik göç siyaseti

Mevzubahis göç ise, provokasyon helaldir anlayışını benimseyen politik yaklaşımların, siyasi ömürleri bir genel seçimle sınırlı olacaktır. Ancak tüm bu karalama kampanyaları içerisinde Suriyelilerin varlıklarının Türkleri ve Türklüğü bitireceğine dair ima ve yaklaşım içerikli her türlü paylaşım ve söylem son derece risklidir. Bugün sağduyuyu temsil eden herkese düşen görev; göçü toplumsal çatışma zeminine ve popülist siyaset pratiğine taşımak isteyenlerin karşısında durmaktır.

Haber Merkezi Yeni Şafak
İLLUSTRASYON: CEMİLE AĞAÇ YILDIRIM

Dr. Can Ozan Tuncer

Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Öğretim Üyesi

Küresel istikrarsızlığın ve bölgesel gerilimlerin 2011’den bu yana Suriye’de meydana getirdiği yıkıcı süreçlerin en büyük mağdurunun Türkiye olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Vekalet savaşları ve terör örgütlerinin taşeron olarak kullanılması suretiyle Ortadoğu merkezli başlayan çatışmanın, Asya, Afrika, Avrupa ve Kafkasya’ya kadar farklı şiddet seviyelerinde kendini gösteren sosyo-politik etki ve tepkileri de beraberinde getirdiğini göz ardı etmemek konuyu kavrayabilmek için ayrıca önemlidir. Göç meselesi, günümüzde maalesef üzerine savurganca yazılar yazılan, yorumlar yapılan, bilenin de bilmeyenin de, anlayanın da anlamayanın da müdahil olduğu bir konu haline geldi.

PROVAKATÖRLERİN YENİ İSTİSMAR ALANI

Bugün Türkiye’nin iç göçleri hem mobilizasyon hem de sosyalizasyon aşamalarıyla birlikte kitleselliğini kaybetmişken, Suriye kaynaklı çatışmaların etkisiyle üç milyonu aşkın Suriyeli ülkemize sığınmak zorunda kaldı.

Bu nüfusun varlığı, kültürel kodlarımızla uyuşmayan bazı yanları, alışkanlıkları, beraberlerinde getirdikleri örfi ve kültürel bağlılıkları ve bizi hala yeterince tanımıyor olmalarının da oluşturduğu sosyolojik boşluklar; birtakım provokatörlere istismar alanı açmakta ve ne yazık ki ortaya “nefret, öfke, tepki” karışımı bir duygusallık çıkmasına neden olmaktadır.

Yerli olmanın yabancıya dair geliştirdiği sahipliği, ulus olmanın ulus olamayanlara karşı hissettiği tedirginliği, millet olmanın kendi yurtlarında millet olamamışlara karşı keskinleşen bakışını, tüm bunları elde edememiş olan bir halkın hayatlarında sahip olamadıkları bir vatanı bırakıp kaçmalarına ihanet denmesini, Türk olmanın Suriyeli kimliği karşısında ezileceğine dair matematiksel çıkarımları, Türkçenin Arapçaya ram olacağına dair linguistik depresyonları, erdemli davranışlarının zaten olması gereken bir hal olduğunu ama kendi vatandaşlarımızın da yapabildiği edepsizlikler ve hukuka aykırılıklar, söz konusu sığınmacılar olunca sosyal medyadan idama layık görülmelerini hep birlikte yaşıyor ve izliyoruz.

HAKİKAT ÖTESİ OPERASYONLAR

Mevzubahis göç ise, provokasyon helaldir anlayışını benimseyen politik yaklaşımların, siyasi ömürleri bir genel seçimle sınırlı olacaktır. Ancak tüm bu karalama kampanyaları içerisinde Suriyelilerin varlıklarının Türkleri ve Türklüğü bitireceğine dair ima ve yaklaşım içerikli her türlü paylaşım ve söylem son derece risklidir. Binlerce yıla nam ve kök salmış Türklüğü ve Türkleri aşağı yukarı on yıllık bir sığınmacı hikayesi olan Suriyeliler meselesiyle ve provokasyonlarla imtihan etmeye kalkmanın biz Türkleri bugün için öfkelendirmesi mümkün olsa da bu işten çıkarılmak istenen kahramanlıkların (!) Türklüğü şahlandırmayacağı kesindir.

Pandemi sonrası dönemi ve dünyadaki ekonomik kırılganlıkları birlikte ele aldığımızda ülkelerindeki gayri insani kaotik durumlardan dolayı Türkiye’ye gelen ve buradan Avrupa’ya geçen milyonlarca insanın maruz kaldığı iltica stresini, bu mültecileri karşılamak durumunda kalan ülkelerin karşı karşıya geldiği şokları küçümsemek mümkün olmadığı gibi doğru da değil. Aynı şekilde bunları abartılmış ve çarpıtılmış gerçekliklerle servis ederek moda tabiriyle hakikat ötesi (post-truth) meselelere dönüştürmek de ayrı bir vaka çalışması.

TÜRK MİLLETİNİ GÖÇMENLERLE KORKUTMA ACİZLİĞİ

Şair Edip Cansever bir şiirinde “Denizi denizle ölçtüm / Göğü gökle ölçtüm” diyor. Bu göç ve sığınmacı işlerinde ölçmek ve tartmak mevzubahis ve Suriyeliler de mevzuya özne olunca, Türkiye’yi Suriyelilerle ölçmek, Türklüğü Suriyelilerle tartmak bize yapılan büyük haksızlıklardan birisi olsa gerek. Türk milleti Anadolu’nun her karışından taşan birikimi ve tarihi kazanımlarıyla başkalarına ram olmayacak, asimile edilemeyecek bir bilinç ve kabiliyettedir.

Tarih, bu milleti millet kılan başarılarla örülüyken; bu milleti göçle/göçmenlerle korkutmak, Suriyeli sığınmacılarla endişelendirmek isteyen bir “katastrofik göç siyasetiyle” de karşı karşıya kaldığımız oluyor.

Göç ve göçmenlere ilişkin her alanı, felakete dönüşme potansiyeliyle ele alarak topraklaması olmayan bir sosyo-politik enerji gerilim hattı ortaya çıkarılmak isteniyor. Bu nedenle her zamanda ve zeminde “en iyi göç, yönetilebilen göçtür” yaklaşımını savunmalıyız. Dolayısıyla sağduyuyu temsil eden herkese düşen önemli sorumluluklardan birisi; göçü toplumsal çatışma zeminine ve popüler siyaset pratiğine taşımak isteyenlerin karşısında durmaktır. Bunun için de bir durum olarak ele alınması gereken sığınmacılığın/göçmenliğin, ulusal kimliğimizin karşısına düşman ve rakip yeni bir kimlik olarak çıkarılmasına müsaade edilmemeli.

Geleceğin Türkiye’sinde Arapçayı Türkçenin, Suriyelileri Türklüğün önüne koyan “katastrofik göç siyaseti” demokratik bir tercih olabilir ama tehlikeli bir siyasettir. Görüyoruz ki kurgusal projeksiyonlarla, istila mesajlarıyla ayakları yere basmayan fiktif prodüksiyonlarla korku ve endişe yayılmak isteniyor. Türkiye’de göç meselesi en azından iç göç, dış göç ve demografik trendlerin birlikteliğiyle ele alınmadığında, kitleleri projeksiyon adı altındaki kurgularla etkilemek mümkün olabiliyor.

DEMOGRAFİK KIŞ KAPIDA

Bugün yapılan demografik analizlere göre; 2050’li yıllara doğru demografik olarak yaşlanacağımız ve hatta yaşlı nüfus oranımızın yüksek bir seviyede olacağı görülüyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın en az üç çocuk tavsiyesini tam da bu noktada hatırlamakta fayda var. Günümüzde genç nüfusumuzun aktif şekilde kullandığı okul ve yurt gibi yapıların önemli bir kısmının 2050’li yıllarda maalesef huzur evi olarak kullanılabileceğini iddia edebiliriz. Önümüzdeki bu yaşlanma süreci ister istemez yaşlı bakım hizmetlerine ve bu alanda nitelikli insan kaynağını da gerektirecektir. Bu örnekten ve geliştirilebilecek bir çok başka örnekten hareketle göç politikası da dahil olmak üzere çok boyutlu politikalarla “demografik kış” olarak adlandırılan yaşlı nüfusun artacağı döneme dair reel projeksiyonları birlikte ve bir arada hazırlamak durumundayız.

Bugünün göçmenlerini/sığınmacılarını yarının felaketi olarak tanıtan ve bu topraklara yabancı düşmanlığının tohumlarını ekenlere karşı külli dikkat ve hassasiyet şart. Bugün görece genç olan ama 30-40 yıllık periyot içinde geriatrik sürece girecek herkesin hatta bugün göç konusunda nefret ve öfke dilini kullananların dahi gelecekte nitelikli bir yaşlı bakım hizmeti talep etmeyeceklerini iddia edebilir miyiz? Türkiye’nin geleceğinde tüm göçmenleri mutlak vatandaş olarak gösterenlere de, göç politika ve stratejilerine karşı ülkemizin yeterliliğini yok sayanlara karşı da demokratik ve bilimsel mücadelenin sürekliliği şart.