Türkiye’de sosyolojiyi kimler katletti?

Sosyolojinin, sanayi sonrasındaki hâkimiyetinden oldukça uzun zaman geçti ve artık sosyoloji neredeyse zavallı denilecek bir bilim haline geldi. Çünkü sosyolojiye kimse yönelmedi, tercih etmedi, kamusal alanda bir karşılık bulmadı, sosyoloğun görev tanımı yapılmadı ve sosyoloji özünde anasız-babasız bırakıldı ve kaderine terk edildi.

Haber Merkezi Yeni Şafak
Do. Dr. Adem Palabıyık

Peki, sosyoloji yaklaşık iki yüz yıllık bir serüvene sahipken, yeni yetme bilimlerin karşısında nasıl katledildi? Aslında bütün hikâyeyi yine sosyologlar başlattı ve Türkiye’deki sosyolojiyi yıllar içinde ve diğer sosyologların gözleri önünde yok etti. Hikâye ise şöyle başladı; Ülkemiz, sosyal hizmet kavramı ile 1960 yılında tanıştı. Bu kavram özellikle ABD ve Avrupa ülkelerinde sosyal refah ile birlikte kamusal alanda yer buldu. Halkın sosyal refahını yükseltmek için devletin hizmetlerini sosyal olarak bireylerin ayağına götürmesi gereken bir bilim olarak sosyal hizmet, kendisine ancak bu şekilde yaşam alanı bulabildi. Yani sosyal hizmet, devlet ile dezavantajlı birey arasındaki köprü görevini görüyordu. O halde akla gelen soru şuydu, sosyal hizmetin var olmadığı zaman aralığında bu işi kimler yaptı? Ya da sosyolojinin uygulama alanı, zaten sosyal hizmetin uygulama alanı değil miydi? Elbette sosyoloji, anabilim dalları olarak uygulamalı bir kategoriye de sahipti ve sosyal hizmetin işini yerine getiriyordu. Peki, ne değişti?

İÇİ BOŞALTILDI

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Birleşmiş Milletler (BM), sosyal hizmetlerde yönlendirici bir rol üstlendi. 1957 yılında ülkemize gelen M. Hersey bu alandaki çalışmaları başlattı ve böylece ‘Sosyal Hizmetler Enstitüsünün Kurulmasına Dair Kanun’ çıkarıldı. Yani ülkemizde sosyal hizmetin kurucuları ‘yabancı görevliler’ oldu. Bu görevliler bir süre devam ettikten sonra Hacettepe Üniversitesi’nde Sosyal Çalışma Yüksekokulu açıldı. Bu okul kısa süre sonra Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı bünyesine dahil edildi ve ismi Sosyal Hizmetler Enstitüsü olarak değiştirildi. 1961 yılına geldiğimizde enstitünün ismi Sosyal Hizmet Akademisi olarak revize edildi ve 34 öğrenci ile eğitime başladı.

Akademinin kadrosunda Birsen Gökçe, İbrahim Yasa, Nihat Nurin, kitapları sosyoloji kategorisinde satılan Emel Doğramacı, Emre Kongar gibi isimler ve sosyologlar da vardı. İşin ilginç yanı bu isimler bizzat sosyal hizmet bölümünün, sosyolojinin uygulama alanını zapt etmesine hiç seslerini çıkarmadılar. Aynı zamanda o süre içinde görev yapan Türk sosyologlar da sosyal hizmetin, sosyolojinin uygulama alanına dahil olmasına sessiz kalmıştı. Sosyal hizmet, Anayasa’da görev tanımı yapılarak kamusal alanda kadrolaşma sürecine dahil edilirken, sosyolojinin görev tanımı dahi yapılamadı.

Dezavantajlı gruplar, kentleşme, yoksulluk, kalkınma, sosyal değişim ve çocuk istismarı gibi konular sosyolojinin elinden çekilip alındı. Çünkü sosyal hizmet bölümü, Anayasa’da öğretmen, doktor gibi görev tanımı yapılan mesleklerin sahip olduğu kamuya atanma ve istihdam edilme şansına sahipti. ABD’den entegre edilen ve maalesef ülkemizdeki bazı sosyologların da kuruluş ve gelişmesinde yer alan Sosyal Hizmet bölümünün, Sosyoloji’nin alt dalı olan Uygulamalı Sosyoloji’nin alanını zaptetmiş olması, Sosyoloji bölümlerinden mezun öğrencilerinin istihdam alanlarını işgal etti. Sosyal Hizmet bölümü, birey ile kamusal oluşum arasındaki ilişkiyi idare eden bir pozisyondaydı, hâlbuki Sosyoloji, Uygulamalı Sosyoloji dalı aracılığı ile Sosyal Hizmet bölümünden yıllarca önce bu tür konularda çeşitli analizler yapmış ve ortaya koymuştu.

Marx’ın, Weber’in, Bourdieu’nün ve birçok klasik ve modern sosyoloğun uygulamalı olarak önemli çalışmaları mevcuttu fakat Türkiye’de sosyal hizmet eğitiminin başlamasında ve sürdürülmesinde bürokratik çevrelerin rolü de önemliydi. Özellikle hekim kökenli Sağlık Bakanlığı bürokratlarının oynadığı role işaret etmek gerekiyordu. Sosyolojide ise önemli isimler bürokratlık görevi yapmasına rağmen sosyoloji bir türlü kurumsallaşamadı.

SOSYAL HİZMET SOSYOLOJİNİN HABİTUSUDUR

Pierre Borudieu, sosyolojiye katkı sağlarken özellikle iki kavram üzerinde durur; bunların biri habitus, diğeri ise sermaye türleridir. Sermaye türleri, sosyal, kültürel, ekonomik ve simgesel sermayelerdir. Habitus ise ana kadar olan tecrübe ve deneyimi içerir. Sosyoloji, bu kavramların hepsini içinde barındıran, büyüten, besleyen ve karşılıklı ilişki içinde olan bir alandır. Sosyolojinin habitusunu ve sermaye türlerini kullanarak kendine alan bulan, bunu da maalesef sosyologlar eliyle yapan Sosyal Hizmet ise ancak sosyolojinin mirasından pay kapmış ve adeta sosyolojinin mirasını yemiştir. Sosyal Hizmet, minimal olandan güç almakta ve ülkemizdeki kuruluş serüvenini de bu minimal alanlar üzerinden çeşitlendirmektedir. Bu sebepten, kamusal alanda sosyoloğun görev tanımı resmi olarak yapılmalı, Sosyal Hizmetin alanı ayrıştırılmalı ve bunun için ülkemizdeki bütün sosyoloji dernekleri bir araya gelerek manifesto yayınlamalıdır. Aile Bakanlığı ve Çalışma Bakanlığı ile yapılacak resmi protokoller, hem sosyolojiye kaybettiği prestijini kazandıracak hem de sosyologların kamusal istihdamının önünü açacaktır. Bu sebepten ülkemizdeki bütün sosyologlar, sosyal hizmet bölümünün sınırlanması mottosunda birleşmelidir.