Hız hikâyeleşmeyi yok ediyor

Yazar Behiç Ak’a son kitabı Berberdeki Papağan’la ilgili sorularımızı yönelttik. Behiç Ak “İstanbul gibi megapollerde yaşamak, rodeo atının üzerinde durmak gibi. Megapol sizi sürekli sırtından atmak istiyor. Buralarda hız, hikâyeleşmeyi ya da anlamlandırmayı yok ediyor,” diyor.

Zeynep Tuba Kesimli Yeni Şafak
Behiç AK

Berberdeki Papağan’da kent yaşamının zorluklarına dayanamayıp Durgun isimli bir kasabaya taşınan bir aile var. Başlangıçta beklentileri yüksek olsa da kent hayatının ritmine döndükleri bir sürece giriyorlar. Buradan yola çıkarak sormak istiyorum: Kentleşmeyen köy kaldı mı sizce? Ya da orada, uzakta bir köy var mı hâlâ?

Aslında, köyler mahalleye dönüştürüldü biliyorsunuz. Ama bu süreç, tam da şehirlerde mahallelerin yok olmasıyla aynı zamana denk geldi. Tabii dikkat çektiğiniz nokta da önemli. Çünkü Batılılar, yaşadığımız çağı “Urban Age” yani “Şehir Çağı” olarak ifade ediyorlar. İlk bakışta doğru gibi görünse de tam yerine oturan bir kavram değil. Bu çağda birçok şehrin şehirsel özelliklerinin erozyona uğradığını da görüyoruz aynı zamanda. Büyük şehirlerin gelip geçilen yere dönüştüğüne, adeta koridorlaştığına tanık oluyoruz. Şehri şehir yapan şehirli halkın ise geri plana itildiğini, şehrin turistler için gösterişçi ve anlık değerleri öne çıkarttığını görüyoruz. Tabii bütün bunların yanında da şehirlilerden gelen bir köylüleşme talebi var. Endüstriyel tarımla zehirlendiğini hisseden büyük bir kitle, bozulmamış, ekolojik ürünler tüketmek, hatta bu ürünleri kendisi üretmek istiyor. Bu da kentli-köylü kavramını öne çıkarabilir. Modernleşmeyi “kırsal kesimde yaşayan insanların oranlarını yüzde yetmişlerden yüzde beşlere düşürmek” olarak gören anlayış eskidi aslında. Ünlü tarım bilimci Fukuoka'yı anmadan geçemiyorum. “Sizce bir toplumda köylülük oranı yüzde kaç olmalı?” sorusuna “Yüzde yüz!” diye cevap veriyor. Yani herkesin ekim yapabildiği küçük de olsa bir toprağı olabilmeli.

  • Berber İsmail’in anlattığı hikâyelerle önce Haluk’ta sonra ailenin diğer üyelerinde bir farkındalık oluşuyor. İsmail Bey bir anlamda onların frekanslarını değiştiriyor, alıcılarının ayarlarıyla oynuyor. Peki, kentten uzaklaşmadan Berber İsmail’in dükkânını nerede, nasıl bulabiliriz?

Berber İsmail’in dükkânı benim çocukluğumda vardı tabii ki. Şaşıracaksınız ama hâlâ bütün kentlerde de var. Artık “kent” ya da “şehir” ismiyle adlandıramayacağımız, İstanbul gibi metropol ya da megapollerde ise mahalle aralarına sıkışmış durumdalar. İstanbul artık kendi ölçeğini kaybetmiş bir megapol, ama Galata, Kadıköy, Boğaz semtleri gibi mahalle özelliğini kaybetmemiş yerlerinde hâlâ kısmen de olsa bu tür ilişkileri bulmak mümkün. Ama tabii ki küçük Anadolu kentlerindeki gibi değil. Bu megapollerde yaşamak, rodeo atının üzerinde durmak gibi bir şey. Megapol sizi sürekli sırtından atmak istiyor. Bu tür mekânlarda ilişkilerin sürekliliğini sağlamak çok zor o yüzden. Buralarda hız, hikâyeleşmeyi ya da anlamlandırmayı yok ediyor. O yüzden fabrikasyon anlamlara gereksinim var. Derinliği olmayan filmler, ilişkisiz iletişimler ya da iletişimsiz ilişkiler, anlatıya dayanan anekdotlar, göz boyayan mimarlık ürünleri öne çıkıyor. “Gelişme” ya da “ilerleme” miti “karakteri” yok ediyor. Kişiyi edilgin bir tüketici tipine dönüşüyor. Seçici algı monokültürleşiyor. Yani seçici olmaktan çıkıyor.

  • İsmail Bey, gerçek mi kurgu mu olduğu tam olarak kestirilemeyen çok fazla hikâye anlatıyor, karakterler bu ikisi arasında gidip geliyor. Kitapta bu durum komik ve eğlenceli bir şekilde aktarılsa da tarih, politika, ekonomi gibi kadim kavramlar esasen hikâye anlatıcılığının muhtelif biçimleri ve bu kavramlar dünyalar kurup, dünyalar yıkıyor. Bu bağlamda hikâye anlatıcılığı tehlikeli bir şey mi?

Hayır, tehlikeli olur mu? Gerçeği hikâyeye dönüştürdüğümüz anda kurgusal dünyaya adımımızı atıyoruz. Bu kurguya hayatı anlamlandırmak için ihtiyacımız var. Yemeğin sadece karnımızı doyurması değil, aynı zamanda zevk vermesi, lezzet duygumuzu geliştirmesi gibi. Yaşadığımız olayların hikâye edilmesi de hayattan zevk almamızı ve daha da önemlisi onu anlamamızı sağlıyor. Şunu unutmayalım, “Gerçeği gizleyen en önemli şey, başka gerçeklerdir." Gerçeğin hikâye edilmesi ya da tiyatro yoluyla sahneye taşınması, gündelik hayatın gizlediği gerçeklerin su yüzüne çıkmasına neden olur. O yüzden sanata ihtiyacımız var. Anlamak ve anlamlandırmak için. Zaten insanlar da ilk çağlardan beri bunu yapmışlardır ve ne iyi ki yapmaya devam ediyorlar. Ben bu hikâyede sanat ve gerçek arasındaki ilişkinin sorgulanmasını istedim.

  • Kitabınızda farklı teşbihlerle süslenmiş yoğun denebilecek bir sembolizm olduğu fark ediliyor. Hikâye içinde daha derin bir hikâye mi var ya da bu birbirinden farklı karakterler nerede birbirleriyle bağlanıyor?

Güzel bir soru. Aslında çokkatmanlı hikâyeler, okuyucunun yorum yapma kapasitesini açığa çıkartır. Benim bütün hikâyelerim, tek bir kurgu ya da bakış açısının ifadesinden ibaret değil. İçinde sizin “semboller” diye ifade ettiğiniz, benim “katmanlar” diye ifade edeceklerim, sizin yorumlarınızı değerli kılıyor. Yoksa “aslında bu hikâye anlattığından başka bir şey ifade ediyor,” deyip, hikâyeyi tek bir katmana indirgermesi değil elbette. Çağrışımlar, farklı yorumlar, yeni fikirler ya da sorular uyandırmak okuyucuyu da sahneye taşıyor. Hikâyenin bir parçası yapıyor. Zaten hikâyede de biraz o var dikkat ederseniz. İzleyiciler aynı zamanda sahnedeler. Siz de bu kitabı okuduğunuzda elbette ki başka bir eseri de sadece okumakla kalmayıp, sahneye taşınıyorsunuz. Yorumlarınız, beğenileriniz, çıkarsamalarınız önem kazanıyor. Okur hikâyeyi okurken yeniden yazar. Seyirci her tiyatro eserini yeniden kurgular. Tabii ki eser ya da okur ve izleyici buna izin veriyorsa.

Kurgu içerisinde sanat ve görünmez olma ilişkisine değiniliyor. Bunu biraz detaylandırabilir miyiz?

Sanat içsel bir devinim. Salt görsel ya da kavramsal bir boyutta kalsaydı, etkisi mutlaka çok az olurdu. Ya da endüstriyel bir tasarıma kolaylıkla indirgenebilirdi. Sanatın üzerimizdeki etkisini kolay tanımlayamayız. Birçok insan da bazı sanat dallarıyla kolay ilişki kuramaz. Bir tabloya şöyle uzun uzun 10-15 dakika bakmışlığı bile yoktur. Kavramların hemen imdada yetişip, onu kurtarmasını ister. Panik içinde müzedeki tabloya birkaç saniye bakıp, hemen katalogdaki tabloyla ilgili bilgiyi okur. O tabloyu hissetmez. Sadece öğrenmek ister. Kimisi de müziği, hep başka bir şey yaparken dinlemeyi tercih eder. Müzik onun için tek başına müzik olarak dinlenebilecek bir şey değildir. Yani sanatsal yolculuk, çoğu zaman günlük hayatın gerçekleri içinde kendine yol bulamaz. Yol bulduğunda da içsel bir yolculuk başlar. Bu yolculuk, ister resim, ister müzik, ister edebiyat yoluyla olsun; ne sadece görsel, ne sadece kavramsal, ne de sadece işitseldir. Ama şüphesiz ki hayatı zenginleştirir. Derinleştirir.

BU AYIN KİTAPLARI…

Düşünmek, çocuk oyuncağıdır!

Çocuklara felsefeyi sevdiren ''Filozof Çocuk'' serisinin iki kitabı Nasıl Davranmalıyım? ve Hepimiz Eşit Miyiz? kitapları Fransız düşünür ve yazar Oscar Brenifier'nin imzasını taşıyor. Nasıl Davranmalıyım? “Her zaman, her istediğini yapman gerekir mi?, Annenin ve babanın sözünü her zaman dinlemen gerekir mi?, Her şeyi söylemen gerekir mi?” gibi ufuk açıcı sorular ışığında taze beyinleri doğru düşünmeye yönlendiriyor. Hepimiz Eşit Miyiz? kitabında ise “Başkalarıyla aynı fikirde olmak zorunda mısın?, Hepimiz çalışmak zorunda mıyız?” soruları eşliğinde çocukların düşünceleriyle oynayarak görünenin arkasına bakmak için bir düşünme pratiği sunuyor. Bu kitapları benzer çalışmalardan ayıran en önemli fark ise okurlarına karşı sergilediği ''sorgulama odaklı'' tutum. ''Filozof Çocuk'' kitapları, kalıplaşmış yanıtlar yerine eleştirel olanları tercih eden yetişkinler için de değerli bir kılavuzluk görevi üstleniyor. Çocuklarıyla iletişimini güçlendirmek ve onlarla kaliteli zaman geçirmek isteyen ebeveynler ile sınıf içi etkinliklerine yeni alternatifler katmak isteyen öğretmenler için de zengin bir içerik sunan ''Filozof Çocuk'' serisi, her yaştan okura sorgulamalarla dolu keyifli bir düşünme deneyimi vadediyor.

Hepimiz Eşit Miyiz?, Oscar Brenifier, Tudem Yayınları, Temmuz 2020, 48 sf.

Nasıl Davranmalıyım?, Oscar Brenifier, Tudem Yayınları, Haziran 2017, 48 sf.

Aklım Beş Karış Havada!

Aklım Beş Karış Havada, Dünyayı gezerken her şeyini unutan bir kızın hikâyesi. Siyah saçlı, kırmızı gözlüklü bu küçük kız Everest’in tepesinde montunu, Tac Mahal’de üç valizini, Brooklyn Köprüsü’nde botlarını, Ahlar Köprüsü’nün altından geçerken gülüşünü, safaride renkli kurbağa koleksiyonunu ve daha neler neler unutuyor. Onunla dünyayı gezerken bir taraftan da her sayfada gizli olan kayıp eşyaları buluyoruz. Hikâyenin sonunda dünyanın farklı yerlerinden seçilen mekânlara dair dikkat çekici bilgilere de ulaşabildiğimiz bu kitap; çocuklara hayal kurma, seyahat etme ve etrafına hayretle bakma deneyimini hatırlatacak keyifli bir eser. Bu kitabın da bir Multibem klasiği olarak çift dilli olarak sunulduğunu hatırlatalım. 3 yaş ve üzeri için.

Aklım Beş Karış Havada, Danielle Chaperon, Multibem Yayınları, Kasım 2022, 40 sf.