Şiir umut pencereleri açmalı

“Döbling’e yağmur yağıyor.. Kuşların kulağına bir şeyler fısıldıyorum” Ne güzel dizeler bunlar; buğulu, büyülü bir dünyaya çekiyor insanı.

Haber Merkezi Yeni Şafak
​Şiir umut pencereleri açmalı.

ARİF AY

“Döbling’e yağmur yağıyor..

Kuşların kulağına bir şeyler fısıldıyorum”

Ne güzel dizeler bunlar; buğulu, büyülü bir dünyaya çekiyor insanı. Böyle bir dünya var mı demeyin. Olmalı derim. Şairler düşlüyorsa, o düşü gerçek kılmak da bizim görevimiz. Kuşdili bilmek ayrı, kuşlarla konuşmak, kuşların kulağına bir şeyler fısıldamak ayrı. Ne kadar doğal, ne kadar kendimiz olursak doğayla da dolaysız iletişim kurabiliriz. Kuşlarla da ağaçlarla da konuşabiliriz. Oysa onlar, bize hep bir şeyler söylerler, ne ki bizim onları duyma yetimiz köreldiği için duyamayız onları. “Tanrı çiçeklerle ne söylemek istedi” dizesiyle sorulanın cevabı sözünü ettiğimiz konuşmada gizli. Tanrı, güzelliklerimi görün diyor insanlara. Çiçekler, Tanrı’nın bize armağan ettiği bin bir güzellikten biridir sadece.

Döbling’ten Üsküdar’a geçiyoruz birden. İstanbul’un her köşesi şiir için bulunmaz bir iklime sahip. Üsküdar ise bambaşka; kendi şiir olan bir semt:

“Rüyalarda ıslansın

simsiyah saklambaçlar

Güvercinlerden bir esvap

giyin Üsküdar!

Diyen Abdullah Enis Savaş; “ben hiç üsküdar’da martı olmadım / herkesten gizledim bunu / sarıldım” dizeleriyle bir özlemi dile getirir. Üsküdar’da martı olmak, İstanbul’un kadim ruhuyla bütünleşmek değil mi bir bakıma.

SAĞLAM GİRİŞ İÇİN İYİ SEÇKİ

Şiirlerini baştan beri takip ettiğim, bazı şiirlerini Edebiyat Ortamı’nda yayımladığım, zaman zaman yol açıcı değerlendirmelerde bulunduğum genç şairlerden biridir Abdullah Enis Savaş. Ebabil Yayınları’ndan çıkan “Tanrı Çiçeklerle Ne Söylemek İstedi” (2022) adlı şiir kitabını karmaşık duygular içinde okudum. Bu karmaşık duygulardan biri, dergilerde tek tek beğeniyle okuduğum şiirlerin bir kitapta bir araya gelişinde adeta bir orkestranın konser öncesi akort sırasında çalgılardan çıkan sesler gibi bir uyumsuzluk oluşturmasıdır. Daha somut bir ifadeyle, her şiir sanki başka bir şairin kaleminden çıkmış izlenimi vermesi. Sözgelimi, “İstif” ile “Üsküdar IV”, “Ayin” , “Arşiv” ile “Dudak Gazeli”, “Seda” ile “Kirpik”, “Hiç” ile “Hayat”, “Fuir!” ile “Sansürlü Münacaat” kiminde biçim, kiminde hem biçim hem söylem farklılığı… Bütün bu farklılıklar bir arayışı işaret ediyor kuşkusuz. Genç şair tüm bu arayışlar sonunda kendi söylemini, kendi sesini bulacaktır elbette. Çünkü bu ilk kitap böyle bir umudu barındırıyor içinde. Aslında ilk kitap iyi bir seçme yapmayı gerektirir. Edebiyat dünyasına sağlam bir giriş için ilk kitap her zaman önemli olmuştur.

Bir başka karmaşık duygu da hemen hemen her şiirde geçen “ölüm”, “mezar”, “tabut”, “ceset”, “kefen”, “cenaze” sözcükleri… İç karatıcı bir tablo oluşturuyor adeta. Kuşkusuz dünyamız güllük gülistanlık değil. Cinayetlerin, katliamların, savaşların ardı arkası kesilmiyor. Kovit salgınından milyonlarca insan öldü. Afrika’da açlıktan binlerce insan ölüyor. Dünya bir ceset yığınına dönüştü. Hepsi doğru, amenna. Bu trajik dehşet tabloları akşam sabah medya vasıtasıyla gözlerimize sokuluyor. Giderek kanıksıyoruz artık. Hiçbir dehşet, hiçbir katliam sahnesi bizi ürpertmiyor bir süre sonra. Dolaysıyla bizler de birer cesede dönüşüyoruz. Şiir, bizi diriltici bir işlev yüklenmeli böyle zamanlarda. Özellikle de şiiriyle okurla ünsiyet kurmak isteyen genç bir şairden dünyaya farklı bir pencere açması beklenir. Bu pencereden renkli, ışıklı bir dünyaya bakmalıyız. Bu pencere bize insanlığın yitirdiklerini gösteren bir pencere olmalı. Yitirdiklerimizi gördükçe kendimize bir güven gelir belki. Dünyayı güzelleştirecek olanın yitirdiklerimiz olduğunun bilincine varırız böylece.