6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunundaki amaçlar ile sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerezler kullanılmaktadır. Detaylı bilgi için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.

Tartı günü bir araya geldiklerinde, Muhammed Ali kendisinden mütemadiyen “Cassius Clay” diye söz eden Ernie Terrell’a dönüp bir kez daha “Neden adımı doğru söylemiyorsun, adamım?” diye çıkıştı.
Ali, Terrell’a “Bana vereceğin cevap seni ne kadar döveceğimi belirleyecek!” diye bağırıyordu.
Houston Astrodome’da 40 bin seyircinin izlediği Dünya Ağır Sıklet Boks Şampiyonluğu unvan maçında, Muhammed Ali Ernie Terrell’ı sayıyla yendi. (6 Şubat 1967)
*
Maçın sıra dışı anları, özellikle Sekizinci Raunt’tan itibaren Muhammed Ali’nin her sarsıcı yumruğundan sonra Terrell’a “Söyle benim adım ne?” diye sormasıydı!
Vurdukça soruyor; sordukça da vuruyordu:
“-Benim adım ne, söyle Tom Amca?”
*
“Tom Amca” yani Harriet Beecher Stowe’un “Uncle Tom’s Cabin” (1852) adlı romanındaki sadık siyahî karakter!
Beyazların kabullenmesine pek hevesli olup bu yolda onların değerlerini benimseyen siyahlar için kullanılan hayli olumsuz “Tom Amca” tabirini, Muhammed Ali “Ernie Amca!” için seslendiriyordu.
DERİN ABD’NİN GAZABINA UĞRADI
Amerikan Kurulu Düzeni tarafından sistematik bir ayrımcılığa uğrayan, her türlü ezilen siyahların özgürlük mücadelesinde…
Ali, çok mühim ve kıymetli katkılar yaparak bir döneme damgasını vurdu!
Kimlik arayışının sonucunda Hıristiyanlığı terk etti, Müslüman oldu.
Cassius Clay iken, Muhammed Ali adını aldı…
Bundan dolayı, Amerikalıların çoğunluğunun tepkisini çekti. Derin ABD’nin gazabına uğradı…
Müslüman bir şampiyona asla tahammülleri yoktu: O dönemde, ünlü bir boks yazarı “Boksun Mafya’nın elinde olması, Silah Müslümanların elinde olmasından daha iyidir” diyordu!
BATI CEPHESİNDE ZULÜM BERDEVAM
Önceki gün, bütün zamanların en iyi boksörü Muhammed Ali’nin vefatının 4. yıldönümüydü.
Bu unutulmaz kahramanı, rahmetle andık.
Ali hayatta iken de, onsuz geçen dört yılda da Amerikan devletinin siyahlara karşı zulmü artarak sürdü.
*
Irkçı Amerikan polislerinin gaddarlığı bugün de sınır tanımıyor. Suçsuz Siyahları, hunharca öldürmeye devam ediyorlar. Son kurbanları da, Minneapolis şehrindeki George Floyd oldu.
Bu son cinayet, Amerika’nın dört bir tarafında devasa bir isyanı ateşledi: Beyaz Saray’daki zalim tayfa, günlerdir “üç buçuk atıyor!”
BAL GİBİ İTİRAF
Sarı Kovboy Trump, işte bu üç buçuk atanların en başında geliyor. Geçen Cuma, Beyaz Saray’daki sığınağa götürüldüğünü itiraf etti.
“Teftiş için gittim. Orada çok az kaldım” falan diye hikâye anlatsa da “bal gibi” itiraftır.
*
Bu arada, Trump’ın isyancılara karşı Ordu’yu sahaya sürmek istemesine, Savunma Bakanı Esper karşı çıktı. Çelişkili açıklamalar birbirini takip etti:
Washington, korona salgınından sonra Siyah İsyan konusunda da acizliğin şahikasında!
“DAHA FAZLA GADDARLIK” TEKLİFİ
Uncle Sam’in Arkansas Senatörü Cumhuriyetçi Tom Cotton’ın teklifini de unutmadan not edelim:
Cotton, protestoculara “Irak ve Afganistan’ın işgalinde kullanılan birliklerin müdahale etmesini” istedi!
“Gaddar Sarı Kovboy” da Cotton’a twitter’dan destek attı.
Yani, nedir?
Irak ve Afganistan’da; masum Müslümanları, sivilleri, kadınları, bebekleri, çocukları nasıl kasten katlettilerse…
Aynı hunharlığı; protestoculara, isyancılara da uygulayalım demek istiyorlar!
TWITTER’IN TELLERİNE KONAN KUŞLAR
İslam Düşmanı Trump’a koltuk çıkmaktan yorulmayan, hatta Katil Polis Derek Chauvin’i “ırkçılıktan sıyırmaya!” bile yeltenen Kötü Şöhret Sosyal Medya Maydanozu…
Kendisini deşifre edenlere “Kuş kadar beyinleri yok” diye (aklınca) hakaret ediyor!
En başta kuşlara hakaret ettiğini görebilmek için de; Çek Cumhuriyeti’ndeki bilim insanlarının uzun araştırmaların ardından dört yıl öncesinde ulaştığı neticeyi hatırlamak yeterlidir:
“Aptal olmakla itham edilen ötücü kuşların ve dahi papağanların beyinlerinde maymunların artı memelilerinki kadar hatta daha fazla beyin hücresi olduğu keşfedildi. Böylelikle, çok küçük bir beyinle karmaşık becerileri nasıl olup da sergileyebildikleri de ortaya çıktı.” (14 Haziran 2016)
Demek ki neymiş? İftiraya uğrayan tüm kuşlar, Truva Junior Barlas’ın “kucağından indirmediği, şu sevgili maymunundan” bile daha akıllı imiş!
*
CIA elemanı, Paralel Emre Uslanmaz’a “Bizim cemaatin şifresini daha çözen olmadı” diye tivit atan; Maklube Partisi için de teşekkürlerini sunan (11 Mayıs 2011) Full Time Amerikancı “Second Virus” Junior Barlas’tan bahsediyorum!
Kıssadan Hisse: First Virus M.Barlas; Second Virus Junior Barlas; Nineteenth Virus Covid!






ABD ve Çin “Covid-19”un kaynağı konusunda karşılıklı olarak biribirlerinin aleyhinde suçlamalarda bulundu. Amerikalı Cumhuriyetçiler ise salgının mali faturasını Çin’in ödemesi gerektiği konusunda girişimde bulundular. 22 Cumhuriyetçi vekil Trump yönetiminden “Uluslararası Adalet Divanı”nda Çin’e dava açmasını istedi. Trump da virüsün Wuhan’daki bir laboratuvardan kazara sızmış olabileceğine dair şüpheleri destekleyici açıklamalar yapmıştı.
ABD’de bazı eyalet yönetimleri Çin’e dava açılması için harekete geçtiler. İngiltere başta olmak üzere Avrupa’da Çin’i salgından sorumlu tutmaya yönelik girişimler sözkonusu. Benzer bir girişim Çin’in bölgesel rakiplerinden Hindistan’da da gündemde. Ancak herhangi bir ülkenin herhangi bir salgından hukuken sorumlu tutulmasına imkân sağlayacak uluslararası kuralların eksikliği de ortada. “Dünya Sağlık Örgütü”nün bile bu konuda net bir tanımı yok.
Öte yandan Çin’e dava açmanın ABD aleyhinde “kötü emsal” oluşturabileceğini vurgulayan Amerikalılar da var. Bu görüş daha çok, “The American Convervative” dergisi tarafından dile getiriliyor. Kendisini “Özgürlükçü Muhafazâkâr” olarak konumlandıran derginin yazarları Amerikalıları “geçmişin günahlarını” gündeme getirecek girişimlere karşı uyarıyorlar. Washington merkezli “CATO Enstitüsü”nden Doug Bandow 12 Nisan’da dergide kaleme aldığı yazıda Çin’e dava açılması halinde ABD’nin de onlarca davaya hazır olmasını istiyordu.
Çin aleyhinde açılacak tazminat davaları ABD’nin Çin’e olan borçlarıyla da ilişkilendiriliyor. Bandow’a göre salgınla ilgili suçlamaların Çin borçlarıyla ilişkilendirilmesi küresel ekonomik savaş ilan etmekle eşdeğer. Bandow, Amerikalıların Çin’e dava açmasının yabancıları da geçmişte rol oynadığı yıkımlar sebebiyle ABD’ye dava açmaya sevk edeceğini vurguluyordu.
Bandow ABD aleyhinde açılması muhtemel davaların faturasını da çıkarıyor. Buna göre sadece Iraklıların ABD’den talep edebilecekleri tazminat “1 trilyon dolar”ı geçiyor. Bandow, ABD’nin 1953’te İran’da “Musaddık Hükümeti”ni devirmesinin zamana yayılan yıkım bedelini de en az “1 trilyon dolar” olarak hesaplıyor. Bu hesabın içinde ABD’nin “İran-Irak Savaşı”nda Saddam Hüseyin’i desteklemesinin yol açtığı kayıplar da yer alıyor. Bandow ABD’nin en son Libya’nın oynadığı rolün Libya halkına bedelini ise “102 milyar dolar” olarak hesaplıyor.
Bandow listeye ABD’nin Ortadoğu, Afrika ve Güney Amerika’dan bir çok ülkeyi de dahil ediyor. ABD’nin bu bölgelerde askerî darbeleri desteklemesinin bu ülkelerin halklarına çok pahalıya mal olduğunu vurgulayan Bandow, “ABD hükümeti tarafından zarar gören herkes Amerikalılara dava açtığında ortaya çıkacak bedeli düşünün” diyordu. “Amerikalılar ne istediklerine dikkat etmelidir” diyen Bandow böyle bir durumun ABD için hayal edilenin çok çok ötesinde ağır bir maliyetle sonuçlanacağını ifade etmekten kendisini alamıyordu.
Çin’e dava girişimlerinin “geri tepme” olarak ABD’ye zarar verebileceğine dikkat çeken diğer yazarlarsa 1952’de Sovyetler Birliği, Kuzey Kore ve Çin’in Amerikalı pilotları hastalık yayan böcekleri kırsal alanlara salmakla suçladıklarını hatırlatıyorlar. Çinli uzmanlara göre bu böcekler veba, tifo, tifüs, kolera ve dizanteri başta olmak üzere birçok hastalığın kaynağı olmuştu. Ancak dönemin siyasi koşulları içerisinde bu mesele kesin bir çözüme bağlanamadı.
1918’de başlayan ve on milyonlarca insanın hayatını kaybettiği “İspanyol Gribi”nde kaynak ülkenin ABD olduğu ve Amerikan askerleri tarafından Avrupa’ya taşındığını hatırlatanlar da var tabii. 1972’de Küba yönetimi de “CIA”yı “Domuz Ateşi Virüsü” yaymakla suçlamıştı.
“Soğuk Savaş” döneminde ABD ve “Sovyetler Birliği”nin ‘biyo-teknolojinin askerîleştirilmesi’ bağlamında “biyolojik savaş” programlarına sahip olduklarıysa biliniyordu. Moskova ve Washington bu gizli programlardan adam kapmak için ayrıca yarış halindeydiler. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bu programlarında çalışan birçok biyolog ABD’ye iltica etmişti. Şimdi de küresel güçler “biyo-teknolojik hakimiyet” için kıyasıya mücadele halinde değiller mi?
