arraf dükkânı soyulduğu halde bunu kendisine fazlaca dert edinmeyen ve hayata kaldığı noktadan devamda kararlı gözüken Naim Hoca anlıyordum ki, Yakup Kadri'nin Kiralık Konak'ta portresini çizdiği Naim Efendiye hiç mi hiç benzemiyordu.
Kiralık Konak'ın Naim Efendisi oğluna, kızına ve torunlarına örnek teşkil edemeyen onlar karşısında giderek edilgen bir konumu içselleştiren, iktidarsız, hiçbir sözünden anlamlı bir gelecek tezahür etmeyen bu adam, kuşkusuz tarihî bir imparatorluğun ve dayanışmacı karakteri çökmüş Türk ailesinin tam bir enkazı olarak duruyordu karşımızda. Fakat işin gerçeğine bakacak olursak, bu manzara Naim Efendi'nin iflâsından ziyade; mütareke yıllarında bakış açıları çarpılmış, ruhları solmuş, moralleri târümâr olmuş Türk aydınlarının pelteleşmiş resminden başka birşey değildi. Çünkü onların nazarında insan tükenmişti. Herşey çöküyor, çözülüyor; böylesi zamanlarda yeni bir hamlenin ateşini yakmaktan da o nisbette aciz görünüyorlardı.
Halbuki Kiralık Konak'ın Naim Efendisi ile kaç Rus istilâsına maruz kalmış, Ermeni kırımlarını yaşamış bu toprakların Naim Hocası arasında fark olmamalıydı. Soyulmuş sarraf dükkânında karşımızda duran bu adam, işte gözlerindeki parıltı ve hayat karşısında takındığı yüksek istihzâ ile, geçmiş bir tarihin ve yüksek bir medeniyetin enkazı halinde durmuyordu ve bizim gözümüzde durmaksızın büyüyordu.
Emi!.. Hadi bakalım
O anda Salih Lütfi Şengün, Naim Hoca'yı sadede davet edercesine dedi ki (m harfini indirerek, emmi yerine "emi" diyerek):
- Emi!.. Ahmet Rıdvan ta Ankara'dan gelmiş. Kendisi de edebiyattan sanattan anlar biri. Biraz birşeyler okuyalım.
Dükkânı soyulmuş bu adam, vakitlerin geçtiğini, evine gidiş saatinin hayli geciktiğini falan unutuverdi o anda. Gözleri ışıldadı. Karanlıkta bir ışık görmüş gibi, gözleri kıpır kıpır olmaya başladı âdeta!.. Sanki boş verin dünya gailesini der gibi; mizah, nükte ve kinâye, çoklarınca biraz tulûat ve hatta şaklabanlık olarak algılanan hal ve tavırlarını sırtından bir hamlede savuruverdi. İşte o anda Naim Hoca, esâtirî bir kahraman gibi, yepyeni bir ruh ve sima ile neşv ü nemâ bulmak üzereydi.
Meğer Naim Hoca'nın hafızası tam bir Divân Edebiyatı, Tasavvuf Edebiyatı, Halk Edebiyatı müzesi değil miymiş? Dört büyük divan ezberinde!.. Fuzûlî Divanı, Nesîmî Divanı, Yunus Divanı ve de Erzurum'un öğüncü Alvarlı Mehmet Efendi Divanı!.. O anda benim içimde bir galeyân, Naim Efendi ise bilinen tulûatçı imajından soyunmuş; küçücük vücudu ve çenesine yapışmış upuzun sakalıyla tarihî minyatürlerden bu izbe mağazaya yenice inivermiş şeydâ bir mesnevî kahramanı!..
- Ne okuyalım dedi.
Benim de ağzımdan Fuzûli çıkıverdi.
- Yok, yok!.. Ne okuyalım diyorum.
Sonra öğreniyoruz ki onda şahsa, sanatkâra göre şiir yok!.. Eski idrâke ve mantığa, hıfz tekniğine dikkatinizi çekmek isterim. Siz bir nevi ses tekrarı demek olan şiir sonlarındaki nakarat kelimeyi söyleyeceksiniz. Sadece nakarat değil onun nazarında bu kelime anlaşılan. Belki eski gazel ve kasidelerin asıl "tema"sı olmalı diyorum. Salih Lütfi dostun ve Naim Hoca'nın izahları ile kavrayabildim meseleyi. Bunun üzerine "muhabbet" diyorum. Naim Hoca başlıyor Fuzûli Divanı'ndan "muhabbet" redifli gazelleri okumaya!.. Siz bu anahtar kavramları atın ortaya; şeydâ deyin, yok/yoh deyin, beru deyin, dil deyin, gönül deyin!.. Ona redif olan kelimeyi söylemek, bilgisayarın düğmesine basmak gibi birşey.
O anda artık, siyasetçi sofralarında tulûat yapan Naim Hoca'yı ara ki bulasın. Naim Hoca okuyor, biz dinliyoruz. O anda zaman alt üst oluyor, yaşadığımız mekân değişmeye başlıyor. Bu akşam vakitleri ansızın "şeb-i hücrân"a dönüşüyor, mukavves kaşlarıyla serv-i hırâmânlar salınıyor, dil-i virânına veya şikeste gönlüne teslim olmuş Naim Hoca ise habire okuyor. Akşam ilerlemiş, bütün sokaklar boşalmış, altın dükkânı soyulmuş umurunda değil Naim Hoca'nın.
Bazan hayatın bütün zevkleri karşısında müstenkif ve rindane, bazan tasavvuf ağır basıyor, "Benim sâdık yârim karatoprak" dercesine, âgûş-ı ilâhî hasretiyle okuduğu gazellerin yakarışlarına teslim olmuş, öyle devam ediyor. Vah Naim Hoca vah!..
Hangi Naim Hoca?
Hiçbir mektep medrese yüzü görmemiş Naim Hoca, o anda benim gözümde, yüksek bir medeniyetin ve tarihin mücessem hafızası olup çıkmıştı. Neydi bu hal böyle? Ve Naim Hoca sen kimdin? Cami kürsülerinde bazan cerbezeli, bazan nükteli vaazlar veren ve dinleyicisiyle âdeta oynayan birisi mi? Soyulmuş dükkânı karşısında hiç de iflâs etmiş gibi gözükmeyen o yüksek tavırlar mı? Yoksa Erzurum kendisine dar geldiği için paşa, bürokrat ve siyasetçi her kim olursa onlarla düşüp kalkmaktan haz duyan onlarla sofra yârenliği yapan bir İncili Çavuş mu? Yoksa devrim öncesi Rus sarayının gözdesi o meşhur papaz rolleri mi? Ya da, işte bu akşam vaktinde, bizleri bir tayy-ı mekâna ve zamana davet eden, dört divan ezberinde bir başka Naim Hoca mı?
Bir vakit sonra Naim Hoca yorgun düştü. Hiç konuşmayarak ayrıldık oradan. Naim Hoca karanlık bir sokağa doğru yürüdü gitti. Etrafında hiçbir kalabalık yok; alkış yok, nümâyiş yok!.. Bu Erzurum gecesinde "tek ü tenha bir kamış" şimdi Naim Hoca. Bu yalnızlık anlarında acaba bir başka Naim Hoca mı olup çıkıyordu ne dersiniz? Ama biz gene de diyelim: "Güle güle Naim Hoca, başın sağolsun Erzurum!.."
aridvan@yenisafak.com
18 Ekim 1999 Pazartesi