ukuk üçüncü sınıfta sordum, 1948'lerde: 'Hz. Muhammed ne zaman doğdu?' diye. 'M.Ö. sekizinci yüzyılda' dediler. Onların herbiri yargıtay üyesi şimdi."
Bu sözler Cemil Meriç'e ait ve 15 Aralık 1977'de, yani 22 yıl önce söylenmiş.
"Biz üniversiteyi yabancılara kurdurduk. Evvelâ üniversite ne demek? Senin dilinde yok bu kelime. Bu kelimeleri kabul ettiğin andan itibaren sen yoksun. En mahrem, en millî müesseselerin başına hristiyanları geçireceksin, onların dilini alacaksın. Şimdi sen elli seneden beri şekâvetin felsefesini alacaksın..."
Bu sözler de Cemil Meriç'in ve 4 Şubat 1977'de dile getirilmiş... (Halil Açıkgöz, Cemil Meriç ile Sohbetler, sh. 98, 271, İstanbul 1993)
"Bu kelimeleri kabul ettiğin andan itibaren sen yoksun!"
Bu kelimeleri kabul ettiğimiz için değil, bu kelimelerin temsil ettiği zihniyete meclûb olduğumuz için yokuz. Bu zihniyet karşısında durabilmemizi mümkün kılacak bütün dayanaklarımızı kendi (!) ellerimizle yıktığımız için yokuz. Bizi 'biz' yapan her ne varsa küçümsediğimiz, görmezlikten geldiğimiz için yokuz. Biz'deki 'ben'i silmeye çalıştığımız, biz'i ben'siz, benliksiz hâle getirdiğimiz için yokuz.
Şimdi 'ben' diye neye işaret edeceğiz? O 'ben' nerede, 'benlik' nerede? Ben'imize ne oldu? Onlar herşeye rağmen 'biz' diyorlar; biz'siz cümle kurmuyorlar, biz'i seslemeksizin bir iş yapmıyorlar. Ne var ki o biz'lerin içinde 'biz' yokuz, 'ben' yok! Çünkü uzun bir süredir hüviyetimiz yok, kimliğimiz yok, benliğimiz yok!
Fakat acılarımız var, dertlerimiz var, sıkıntılarımız var. Acıları biz çekiyoruz... O dertler bizim... O sıkıntılara katlanan da biziz. Acılarla, dertlerle, sıkıntılarla başa çıkmak zorunda olan da biziz, başa çıkamayıp altında kalacak olan da...
Ne yazık ki diyanet de pek yok artık, ilahiyat da... Bir kısım din adamlarının, ilahiyat hocalarının televizyon ekranlarında neler yaptıklarını izliyor, neler söylediklerini işitiyor musunuz? Hangi 'ben'le konuşuyorlar, hangi 'biz'in içinde hareket ediyorlar. Birlikte aynı ben'i taşıdıkları halka seslenirlerken, bu birlikteliğin aksine onlar hangi ben'le hareket ediyorlar?
Kaza ve kader hakkında ne kadar rasyonel tutum takınıyorlar, ne kadar sevimli, cicili bicili hakikatler serdediyorlar! Depremi ne kadar bilimsel de anlatıyorlar! Fay hattı... artçı deprem... doğanın icraatı... müteahhitlerin beceriksizliği, ihmali, hırsızlığı... aklın ve bilimin (!) verilerine dayanmadan yaptıkları binaların çürüklüğü...
Hepsi de birtakım ruhsuz sözler... maneviyattan yoksun gevezelikler... gelişigüzel lâflar... heyecansız, anlamsız, muhteris bakışlar... Halka karşı savunulan, halktan uzaklaştırılan, halkın acılarıyla ilgilenmeyen bir tanrı... VE gökyüzünde oturup hiçbir şeye karışmayan, doğada olup bitenlere müdahil olmayan/olamayan, fâil ve muhtar sıfatlarını kaybetmiş bir tanrı... Diyanetçilerin, ilahiyatçıların tanrısı...
Kendisine dua etmeye, öfkesinden korunmaya, gazabından çekinmeye, merhametini dilenmeye gerek yok bu tanrı'nın... Arş-ı a'lâda oturuyor ve hiçbir şeye karışmıyor... doğayı bir saat gibi kurmuş, doğa kendi kendine işliyor... Doğaya müdahale etmiyor, doğada olup bitenleri değiştirmiyor... Vekâletini insana vermiş... İnsan aklını kullanır, tedbirini alır, bilimsel yasalara uygun davranırsa mesele kalmaz... Bütün bunlardan sonra tevekkül ederse, belki psikolojik rahatsızlıklarının bir kısmı azalır... Kaza da yalan(mış), kader de... Tedbirini al, sonra tevekkül et! Kısacası kendi başının çaresine kendin bak! Doğanın sürprizleriyle tek başına mücadele et... O hiçbir şeye karışmayan tanrı, sadece yukarılarda biryerlerde seni seyrediyor. Başarırsan seni sever, başaramazsan sana, "Ne yapalım sen başaramadın" demekle yetinir ve fakat aslâ kendisi bir şey yapmaz!
Peki, halkın inandığı ve güvendiği Cenab-ı Rabb'ül-âlemîn böyle mi? Aslâ ve kat'â! O fâil-i muhtardır; her dâim, her an hâzır ve nâzırdır. O'nun iradesi olmadan bir yaprak bile kımıldamaz, bir çiğ damlası bile düşmez! 'Ol' dedi mi oluverir. O 'ol' demedikçe hiçbirşey olmaz! Her fiilinde hikmet vardır. Her işimize müdahildir ve bize şahdamarımızdan bile yakındır.
Cemil Meriç, 21 Nisan 1977'de "Aslında solculuk da, ülkücülük de Atatürkçülüğün devamı. İkisi de Kemalist kaynaklı" (a.g.e., s. 155) demiş... Ne dersiniz, acaba biz bunların arasına bir kısım diyanetçileri ve ilahiyatçıları katarsak mübalağa etmiş olur muyuz?
dcundioglu@yenisafak.com
3 Eylül 1999 Cuma