eçen yazımda sayın Ahmet Yüksel Özemre'nin 29 Mayıs 1999 tarihli mektubunu özetlemek sûretiyle yayımlamıştım. Kendileri, Izutsu'dan yaptıkları İbn Arabî'nin Füsûs'undaki Anahtar-Kavramlar adlı çeviriye dâir değinimi, "düpedüz tezyif ve tahkir" şeklinde niteliyorlar ve mütercim olarak adlarını zikretmeyişimi de bu tezyifi daha da ağırlaştırmak niyetine matuf bir davranış olarak yorumluyorlar idi.
Belirtmek isterim ki o yazıda zât-ı âlilerinin isimlerini hakaret amacıyla değil, bilakis teeddüben zikretmekten imtina etmiş ve mütercimin ismini açıkça yazmamakla meselenin -güyâ- şahsîleşmesini (polemik konusu olmasını) önleyebileceğimi düşünmüştüm. (Çünkü çeviri hakkındaki kanaatim fevkalâde olumsuzdu ve fakat yazımın esas mevzûu da bir çevirinin eleştirisi değildi.)
"Eserin diline ve çeviri zaaflarına tahammül edemeyişimin" nedeni ise, -sayın Özemre'nin zannettiği gibi- çeviride "gençlerin ve halkın anlayamayacağı kadar eski, ağır ve çok teknik bir dil kullanılmış olması" değil; bilakis, gerekli ilmî dikkat ve hassasiyetin gösterilmemesi, ıstılahların göz göre göre bozulması, gelişigüzel ve sıradan bir dil kullanılmak sûretiyle Füsûs terminolojisinin tanınamayacak bir hale getirilmiş olması idi.
Çeviri meselesi, en nihayet teknik bir meseledir ve çevirilerin, mütercimlerinin ünvanlarından ve başka alanlardaki şöhretlerinden bağımsız bir sûrette denetlenmesi, başarı oranlarının ölçülmesi, hepsinden önemlisi açık ve iknâ edici misâllerle bu ölçümlerin sonuçlarının gösterilmesi pekâlâ mümkündür. Dolayısıyla mütercimin çevirmeye kalkıştığı metnin diline ve konusuna hâkim olup olmadığı, metni anlayıp anlamadığı, anladıklarını kendi anadiline sağlıklı bir şekilde aktarıp aktaramadığı, ıstılahları konuya uygun olarak muhafaza edip etmediği gibi husûslar, hiç kuşku yok ki objektif olarak gösterilebilecek bir keyfiyeti hâizdir. Nitekim İbn Arabî'nin Füsûs'u hakkında yazılmış ciddi bir eseri çevirmeye kalkışan bir kimse, taayyün'e "belirli kılınma", lâtaayyün'e (the state of non-manifestation) "belirsizlik mertebesi" (s.52, 67), insan-ı kâmil'e (perfect man) "olgun insan" (s. 15), a'yân-ı sâbite'ye "sabit ahvâl" (s. 50) mânâsı veriyorsa, theologians terimini "ilm-i kelâmcılar" (s. 69), an existential empathy terkibini 'gerçek bir sempati' (s. 19), an 'imaginal' form of Reality ifadesini "Gerçek'in varolduğu sanılan bir şekli" (s. 23), supreme 'knowledge of God' (ma'rifah bi-Allâh) tabirini "yüce 'Allah bilgisi' (İlahî Marifet)" (s. 36), tazammun kelimesini -hem de sözlükte (!)- "icab ve gereklilik" (s. 400) diye Türkçe'ye aktarmaktan çekinmiyorsa; real, really, reality, true, truth gibi kelimelerin hepsini de "gerçek" kelimesiyle karşılıyorsa, o kimsenin unvan(lar)ından ve iddialarından bağımsız bir sûrette yaptığı çevirinin sıhhatini tartışabiliriz ve vardığımız sonuçları da pekâlâ açık ve kesin bir biçimde gösterebiliriz.
Bir mütercim personal experience ifadesini "şahsî görgü ve yaşantı" (s. 38) şeklinde Türkçeleştiriyorsa, dil konusunda titiz davrandığını söyleyebilir miyiz? [Ayrıca bkz. his own experience = "yaşadığı olaylar"; about his (experience) = "yaşadıkları hakkında", (s. 39)]
Bir mütercim, our individual essences (i.e., archetypes) mukabilinde "bizim kendi şahsî zatlarımız (yani sabit ayn'larımız)" (s. 70) diyorsa, biraz düşünmeli değil miyiz?
Bir mütercim, the sensible world için "his âlemî, hissî âlem, hisler âlemi, hislere hitab eden âlem (s. 21, 29, 31, 43); the world of sensible things için "hislerimiz aracılığıyla idrak ettiğimiz âlem, hislere hitab eden nesneler âlemi" (s. 28, 30); the phenomenal world için "hissî âlem, kevnî âlem, olaylar âlemi" (s. 21, 25); the sensible things için "hissedilen şeyler, hislere hitab eden şeyler, hislere hitab eden eşyâ" (s. 26, 27, 30) karşılıklarını bulur da biz onun ıstılahâta vukûfiyetinden şüphelenirsek kendisine haksızlık mı etmiş oluruz?
Kezâ bir mütercim, all naturel material elements için "tabiattaki maddeler"; the naturel form için "tabiat suretleri" (s. 40) veya hem the things of nature için, hem de the things of physical world için "tabiattaki eşya" (s. 42) karşılıklarını icad eder de biz çevirisini okumaya tahammül etmediğimizi söylersek, bunun adı "tezyif ve tahkir" mi olur?
Her neyse... Netice itibariyle bu çevirinin "hiçbir sûrette itimada lâyık olmadığı" husûsundaki kanaatimi tekrarlıyor ve (yer darlığı gerekçesiyle) Dergâh dergisinin Eylül sayısında yayımlanmak üzere geniş bir değerlendirme yazısı kaleme almayı va'dediyorum. Çünkü başımı gövdemden ayırmak yerine Şeyh Gâlib'in şu beytini hoşâmediyle istikbal ediyorum:
Tedbirini terk eyle takdîr Hudâ'nındır
Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümanındır
16 Temmuz 1999 Cuma