![]() |
![]() |
![]() |
| Türkiye'nin birikimi... |
|
|
|
|
Bölünmek ya da bölünmemek!Başlığa bakınca ilk aklınıza gelen şeyin "ülkenin", yani Türkiye'nin bölünmesi olduğunu, bu bağlamda da özellikle "ayrılıkçı Kürt hareketi"nin yol açtığı "bölme/bölünme" tehlikesini, bu tehlikenin yanında yöresinde mevzilendirilen "alevî-sünnî", "laik-şeriatçi", "kemalist-Osmanlıcı(!)", "liberal demokrat-muhafazakâr Cumhuriyetçi" saflaşmalarını (!) hatırladığınızı söylesem, yanılmış olur geçildikten sonra bu beyanlarla pek de bağdaşmayan bir doğrultuya girmesi, yeni modelin "ümmet ekseni" yerine "ulus ekseni"ne oturuyor olmasına, o günün dünya koşullarına, bilinen bilinmeyen başka nedenlere bağlanabilir. Bu nedenler, belki inandırıcı ve anlamlı da bulunabilir. Fakat 77 yıllık tarihinde Hatay'ın Türkiye'ye katılması ve 1974 Kıbrıs çıkartması dışında kayda değer bir dış hamlede bulunmayan bir devletin, (Kore, Somali, Bosna-Hersek, Kosova girişimlerini unutuyor veya küçümsüyor değilim ama bunları daha çok NATO ve BM çerçevesinde değerlendirmek gerekir.) onca yıldan sonra hâlâ "genişleme" yerine "bölünme"den söz ediyor olması, serinkanlı bir biçimde değerlendirilmesi gereken bir başarısızlık tablosudur. İnsanlar, öyle sanıyorum ki, tarihin her döneminde hukuk, adalet, özgürlük, çalışma ve girişim olanaklarının elverişli olması gibi muyum? Bu tahminimde yanılmış olmayı çok isterdim doğrusu. Fakat ülkemizdeki soğuk ve sıcak bütün propaganda yöntemleriyle, belki de cumhuriyetin ilânından beri, "ülkenin bölünmez bütünlüğü" üzerine öyle çok vurguda bulunuldu ve bu vurguyu anlamlı kılmak ve temellendirmek için, çoğu zaman ahlâk ve hukuk kurallarını filan da çiğneyerek öyle manipülasyonlara başvuruldu ki, "bölünmek" sözcüğü, Osmanlı bakiyesi üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin toprak bütünlüğünün ve/veya "üniter yapısı"nın bölünmesini çağrıştırır oldu ister istemez. Oysa Türkiye Cumhuriyeti'ne giden yolda verilen savaşın amaçlarından biri de, parçalanmak istenen Osmanlı-İslâm birliğini, bu birliğin kalbi olan Türkiye'den başlayarak ve adım adım yeniden gerçekleştirmek idi. İlk meclisin gizli oturumlarında başta meclis başkanı Mustafa Kemal'e ait olmak üzere, bu yolda irade beyanlarına rastlamak mümkündür. Doğrusu, yeni devletin, özellikle cumhuriyet rejimine ölçütlere göre değerlendirmişlerdir hem kendi ülkelerini, hem başka ülkeleri. Türkiye, bu ölçütler açısından bir "câzibe merkezi" olmayı başarabilseydi, bugün "bölünme" tehlikesini değil, "genişleme yöntemleri"ni tartışıyor olurdu! Genişleme denince kimilerinin aklına "yayılmacılık, emperyalizm" gibi "kirli" (!) kavramların gelmesi, söylemeye çalıştığım gerçeğin geçerliliğini değiştirmez. Uluslar arası güç odaklarının, çeşitli diplomatik desiselerin güçlü, güvenli, sağlam, adaletli, insancıl, hukukun üstünlüğünü hakkıyla işleten bir devletin kurulup işlemesine fırsat vermeyeceği varsayımı, Türkiye gibi, Osmanlı deneyiminin doğal vârisi olan bir ülkeye karşı haksızlık olsa gerek. Türkiye, bu fırsatı, bugün de, yakın gelecekte de bir "fırsatçı" olarak değil, tarihsel ve toplumsal ve neredeyse doğal bir misyon olarak yakalamak, üstlenmek ve değerlendirmek zorundadır. Bu fırsatı tepen, hebâ eden, dinamitleyen her türlü girişim, bu ülkeye ve bu ulusa bilerek bilmeyerek düşmanlık etmek, bu ülkenin ve ulusun tarihsel ve güncel düşmanlarının ekmeğine yağ sürmek demektir. Sapasağlam elmacık kemiklerini, dipdiri dizlerini kanser uru sanan bir insanın durumu, hayra alâmet olamaz! Kendisiyle bilek güreşine tutuşmuş sporcuyu alkışlayan biri, dost olabilir mi? Bu yazıya başlarken niyetim, Bülent Ecevit'in Fethullah Gülen ile ilgili değerlendirmelerini soran gazetecilere "Bir siyaset adamı, bir başbakan olarak değil, insani düşüncelerimi açıklamıştım." derken sergilediği "kişilik bölünmesi"nden söz etmekti. (Bkz. 02.09.2000 tarihli gazeteler) Belki de, ülkenin bölünmesi tehlikesinden söz edilmesine ve giderek bunun gerçek bir tehlikeye dönüşmesine yol açan tüm olguların temelinde, ülkemizde (yoksa tüm dünyada mı?) "siyaset adamı, başbakan, genelkurmay başkanı, parti başkanı, şantiye şefi, muhtar, müdür, baba, vb." olmak ile "insan" olmak arasına çoğu zaman hayli kalın bir "duvar" çekmenin, "gerekli, zorunlu" veya "doğal" sayılmasının yol açtığı kolektif bilinç bölünmesi yol açıyordur! Hayatımızı dolduran bütün bölümlerin ve bölünmelerin büyük ve olağanüstü bir Birlik'in yansımaları olduğunu özümseten bir uygarlık birikimimiz var bizim. Bu birikim, yalnızca ülkemizin değil, dünyanın da gereksinim duyduğu özgürlük, barış, eşitlik, adalet ülküsünü besleyecek, geliştirecek, çok zengin ve çok temiz bir kaynak. Ve kirlilik bu ülkenin de, bu dünyanın da kaderi değildir! İnsan, rüzgâra göre öten bir düdük değilse elbette ya da savrulan bir yaprak! İlle de bir şeyleri bölüp ayıracaksak, "insanî olan" ile "insanî olmayanı", "temiz" ile "kirli"yi ayıralım. Kolay değil, biliyorum. "İnsanî olan, kişisel çıkarımıza uygun olandır." diyerek söze başlarsa biri, bölünme şöyle dursun, çatlama tehlikesi belirir hemen. Fakat fıtrat diye bir olgu ve onun onca deterjana karşın varlığını sürdüren aslî temizliği de "realite" meydanında bulunuyor olmalı, değil mi?
ikardes@yenisafak.com
|
|
| Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Yazarlar | Spor | Bilişim |
| İnteraktif: Mesaj Formu | ABONE FORMU | İNTERNET TARAMA FORMU | KÜNYE | ARŞİV |
|