YeniSafak.com “ Türkiye'nin birikimi... ” Gündem

 
Ana Sayfa...
Gündem'den...
Politika'dan...
Ekonomiden...
Dünya'dan...
Kültür'den...
Yazarlar'dan
Spor'dan

  Arşivden Arama

 


ŞANAR YURDATAPAN İLE DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KONUŞTUK

'Ağzınızı açmazsanız sorun yok'

Sayın Kıvrıkoğlu, zımni olarak "Hükümet de bizi yanılttı" demek istiyor. Cümlelerini dikkatli okuyalım; "Kararname dediler, tamam dedik" diyor, "Şimdi bakalım, kanun çıkarsınlar"... diyor, "Grup kararı alsınlar" diyor.

Toplum sizi besteci Şanar Yurdatapan olarak tanımıştı. Artık güzel besteler yapmıyor, ama toplumsal mücadelenin içinde, bir başka şekilde yer alıyorsunuz. Nasıl oldu da müzikten buralara geldiniz ?

Müzik, kıskanç bir âşıktır. 24 saatinizi verseniz, sizden 48 saatinizi ister. Şu anda içimden müzik yapmak gelse, sizi bırakıp içeriye geçmem lazım. Oysa içinde bulunduğunuz toplumsal sorumluluk buna imkan vermiyor. "Ben her gün beşten altıya kadar müzik yapacağım" deyince olmuyor. İçinde yaşamanız lazım. Yapamıyorum ama, vazgeçmiş de değilim. Enstrumanlarımı sökmedim. Bu şartlar altında nasıl vakit bulacağım, bilemiyorum.

Müzikten keşke bu kadar uzaklaşmasaydınız. Müziği de bir araç olarak kullanabilirdiniz.

Onsekiz yaşında amatör olarak müziğe başladım. Sonra mesleğim haline geldi. Ama mesleğim haline gelmeden önce başka bir şey oldu. Toplumsal adaletsizlik beni rencide etti. Yoksa bir paşa çocuğuyum ben. Babam korgeneraldi. Gerçi o zamanın generalleri şimdikilere benzemiyordu. Çok iyi hatırlıyorum, babam elinde file ile Beşiktaş pazarında alışveriş yapardı. Yani hayatın içindeydi. Aziz Nesin'in çok güzel bir sözü vardır: "Ben okuyabildim ama o vakit on çocuktan biri okuyabiliyordu. Demek dokuz çocuğa borcum var benim" diyordu Aziz Nesin. "Okuyup yazdıysam anladıklarımı anlatmak benim için borçtur". Bu bir aydın sorumluluğunun ifadesi. Toplumsal sorumluluğumun gereklerini yerine getirmek zorundaydım ve bunu müziğe de yansıttım. 1980 yaklaştığında Türkiye'nin bir baskı dönemine gireceğini ve içeride ancak susup oturabileceğimizi farkedip gönüllü olarak yurtdışına çıktık. Cunta aleyhinde konuştuğumuz için yurttaşlıktan çıkarıldık, 12 yıl Türkiye'ye dönemedik. Böyle bir geçmişim var.

Peki yurttaşlığa nasıl geri döndünüz?

Demirel-İnönü hükümeti gelirken bir sürü vaatlerde bulunmuştu, maşaallah hiçbirini tutmadılar. Bir iki tanesini yerine getirdiler. Bir tanesi de yurttaşlıktan çıkarılan bizim gibi vatandaşların yeniden yurttaşlığa dönmesine ilişkin idi. Ama on sene duygusal bir biçimde direndikten sonra, -niçin direndik onu da anlamıyorum- Alman yurttaşlığına geçtik en sonunda. Alman pasaportuyla "hadi bakalım ne olursa olsun" diyerek geldik. Hiç bir şey olmadı. Görece bir demokratikleşme gelmişti...

Türkiye'deki siyasi süreci uzun yıllar izlediniz. Olumlu bir değişim var mı Türkiye'de?

Tabii ki var. Bu henüz üst yapıya yansımış değil. Kurumlar değişmedi. Tam tersine yabancılara anlatmakta güçlük çektiğimiz "devlet" denen kurum fena halde direniyor. Askeri ve siviliyle "devlet" denen bir mekanizma var. Bu imtiyazını kaybetmemek için direniyor. Ortam değişti, ama imtiyazı kaybetmemek istiyorlar. Sallanıyorlar. Mutlaka yerine daha demokratik bir yapı gelecek. Değişme var insanlarda ve bu değişmenin önünde durabilmek mümkün değil.

Ama Türkiye'de özellikle solun yaptığı mücadelelerde halkla kaynaşma sorunu var. Mesajını halka iletme sorunu var. Ya da halk sola pek fazla güvenmiyor.

Bakın bir deprem, birdenbire devletin görevlerini yapmadığını nasıl anlattı. Susurluk bir ayrı depremdi. Küçücük kaza gibi gözüküyor ama öyle bir hale geldi ki elektiriklerini yakıyorlar söndürüyorlar, tepkilerini gösteriyorlar. Askerlerin oturduğu muhitlerde bile aynı şey oluyor. Kaynıyor toplum, bunu görmek lazım. Bu kaynama ille de bir yere çıkar mı? Yüzde yüz güvenemezsiniz. Bunu bastırmak için de çok güzel yöntemler buldu adamlar. Susurluk'u örtbas etmenin yöntemi 28 Şubat idi.

TOPLUMSAL BARIŞ ÖZGÜRLÜĞE BAĞLI

Düşünce özgürlüğü ile ilgili somut çabalarınız var. Neden düşünce özgürlüğü için bu kadar çaba gösteriyorsunuz ?

Türkiye'nin sorunları var. Bu sorunları birlikte çözmemiz lazım. Çözebilmenin tek yolu da konuşabilmekten geçiyor. Ben ne düşündüğümü söyleyeceğim, siz söyleyeceksiniz. Ortaya görüşler çıkacak. Ondan sonra toplumun büyük çoğunluğunun "evet" diyeceği bir formüle doğru kendiliğinden ulaştığını hep birlikte göreceğiz. Birincil koşul bunları tartışabilmek. Ağzınızı açmazsanız sorun yok. Ama "bir dakika bu iş öyle değil, böyle olacak" dediğinizde karşınıza büyük bir duvar dikiliyor. Düşünce özgürlüğü için çalışmanın gereği bu noktadan çıkıyor. "Rahat konuşamıyoruz. Hadi bir şey yapalım da konuşalım" diye yürütülen bir çaba değil bu. Birisi çocuğunu arıyor. Bulamıyor, "yok" diyorlar. Ondan sonra çöplükte buluyor cenazesini. "Bu ne biçim adalet?" diyor, hop 159. madde çıkıyor karşısına, "adalete hakaret ettin" denilip içeri alınıyor. Memurlar, işçiler ekmeğinin küçülmesine engel olmak için ortaya çıkıyor, hak talep ediyor, tutukluyorlar, dövüyorlar. Ekmeğinin küçülmesine engel olmak istiyorsun, karşına düşünce suçu çıkıyor. Çocuğunu alıyorlar götürüyorlar, nerede olduğu belli değil, arıyorsun karşına düşünce suçu çıkıyor. "Bu savaş bitmeli, bunun bir anlamı yok. Kürtlere kültürel hakları verilmeli" diyorsun. Düşünce suçu karşına çıkıyor. Düşünce suç değildir. Düşünce özgürlüğü bir amaç değil, araçtır. Düşünce özgürlüğünü elde edemediğiniz takdirde toplumsal barışı oluşturmanıza imkan yoktur.

Düşünceden niçin bu kadar korkuluyor ?

Diyelim ki ekmek ufalıyor. "Ekmeğimi ufaltamazsın" diye insanlar bunun hesabını soracaklar. Bunun hesabını sormamalı insanlar. Tek tek zihinlerinden geçirebilirler, ama biraraya gelip birbirleriyle konuşurlarsa o zaman örgütlenirler ve buna karşı çıkarlar. Cinayetler, öldürme, kaçırma, yoketme dahil istedikleri gibi yönetiyorlar ülkeyi. Hesabı henüz sorulamadı Susurluk'un. Devletin içindeki çeteleri yok etmeye kalkıyorsunuz, ucu çok yukarlara çıktığı için önünüze engeller çıkıyor. Bu engeli aşmalıyız ki toplumsal barışa gidebilelim.

Halk sizi yeterince destekliyor mu?

Hayır... hayır. Bu yaptıklarımız, henüz onlara ulaşabilmek çabasıdır. Kuşkusuz, önce aydın çevreden başlaması gerekir bunun. Çünkü halkın büyük çoğunluğu tebaa geleneğinden geliyor. "Aslolan benim. Devlet görevlisi benim memurumdur. Parasını ben veriyorum" bilincine ulaşamıyor henüz halkımız. Polisle başı belaya gireceğinden korkuyor. Hiç kuşkusuz bunları aşabilmek, önce bir aydın hareketiyle başlamalıydı.

Çabalarınıza katkı sağlayanlar var... hem de her kesimden.

Evet, çünkü şimdi birbirinden çok farklı kesimlerin ağzı çok fena halde yandı. Birinci kesim, Kürtler. Çok acılar yaşadılar ve çok haklı olan istemlerinde artık isteklerinden bile vazgeçecek noktalara geldiler. İkinci kesim İslami kesimdir. Devlet tarafından kullanıla kullanıla en sonunda kendi partilerini kurdular. Ondan sonra zaten mesele başladı. "Kanlı pazar" olaylarını hatırlıyorum, camilerde İslami kesimi 6. filoyu protestoya giden solcu gençlerin üzerine saldırtıp kan döktürdüler. Ama sağ ve sol deyimlerinin aslında dindar veya laik demek anlamına gelmediği, bunların ekonomik birer tabir olduğu, mevcut ekonomik düzenin devamını isteyenlerin sağ, buna karşı olanların ise sol ilan edildiği gibi, tarihsel bir deyimin yerine oturması bile zaman aldı Türkiye'de. 28 Şubat'tan sonra hayli farkılık var. Ve en sonunda artık Erbakan'ın cezasının kesinleşmesiyle konum çok değişti. Düne kadar "doğru görüş budur, çünkü Allah'ın emridir bu, öbür görüşler susturulursa susturulsun" denirken şimdi artık durum değişiyor. İslami kesim de düşünce özgürlüğünün sadece kendi düşüncesi için değil, hiç beğenmediği düşünceler için de olması gerektiğini sanıyorum anladı.

Bu önemli ve güzel bir gelişme değil mi ?

Tamamen öyle. Nitekim Erbakan'ın cezasının kesinleşmesinden sonra e-mail yoluyla hemen bir duyuru yaptık ve dedik ki "Erbakan da kesin bir düşünce suçlusudur". Biz şimdiye kadar hiçbir ayırım yapmadık. Ben bunda çok samimiyim. Her tür düşünceye sahip çıkmak üzere broşürlerde olsun, hepsine katıldık. Bunun içinde kürtçülükten dolayı başı yanan insan da vardı, İslami düşüncelerinden ötürü başı yanan, dine hakaretten başı derde giren, her türlü askerlik karşıtı da vardı. Erbakan'ın cezası kesinleştiği vakit, bunun kesinlikle bir düşünce suçu olduğunu söyledik, ayırım yapmadık. Dolayısıyla şimdi Erbakan'ın suç sayılan sözlerini yayınlayarak onu destekliyoruz. Gönüllüleri de Erbakan'ın düşüncesine sahip olanlardan değil, karşı olanlardan bekliyoruz. Olumlu bir reaksiyon İslami kesimden geldi. Bunu kitleselleştirelim. Ama bunu Erbakan'ı kurtarmak şeklinde yapmayalım. Bunu gerçekten düşünce suçu diye anlamsız suça karşı yapalım. Her kesimden 5 kişinin suç sayılan yazılarını bir kitapta toplamaya karar verdik ve imzaya açtık. Bu imza kampanyasına "evet" diyenler, aynı zamanda bu kitabın yayıncısı olacaklar. Türk Ceza Kanunu'nun 162. maddesi "Suç sayılan bir yazıyı yeniden yayınlamak yeni bir suçtur. Bunu işleyen, yazıyı yazanla aynı cezaya çarptırılır. İçeriğine katılmadığını belirten bir ibare koysa bile" diyor. Şimdi biz tersine kullanıyoruz aynı maddeyi.

BU SESE KULAK TIKAYAMAZLAR

Kendi hakkınızda suç duyurusunda bulunuyorsunuz yani.

Tabii... tabii. Ne kadar kişi imza atacak 20 Eylül'e kadar onu bilemiyorum ama, çok büyük bir sayı bekliyoruz. Samimi insanlar var bu ülkede. Erbakan'a gönül bağlamış olanlar hakikaten samimi bir kitledir. Aynı şekilde HADEP. Kitabı Ankara'ya götüreceğiz, Meclis'e götüreceğiz, Başbakan'a, Cumhurbaşkanı'na sunacağız.

Kabul göreceğinizi tahmin ediyor musunuz? Düşünce özgürlüğü konusunda duyarsız insanların çok olduğu bir yere gideceksiniz ve "bakın bu kadar vatandaşın katılımıyla bu kitabı oluşturduk" diyeceksiniz. İmza atarlar evet ama, sizin için İstanbul'a dönüşü olmayan bir yolculuk da olabilir.

Cumhurbaşkanı, Başbakan, Meclis Başkanı, Anayasa Başkanı ve Yargıtay Başkanı'na gideceğiz. Özellikle de yargı ağırlıklı oluyor. Yasama , Yürütme ve Yargı.

Bu insanlar tek tek iyi insanlar da biraraya gelince "devlet" oluyorlar, biliyorsunuz.

Vallahi eğer bu seslere kulak tıkarlarsa geriye ne şans bırakıyorlar halkta? Bu sese kulaklarını tıkamalarını beklemiyorum.

Bu kitapları götüren heyet olarak bu makamlara gitmekle aslında halka gitmiş oluyoruz. Halka diyoruz ki "biz senin talebini devlete götürüyoruz". Devlet kulağını tıkar ve kapatırsa o onun kendi bileceği iştir. Cumhurbaşkanı'nın Anayasa Başkanı ve Yargıtay Başkanlarının buna kulak tıkayacaklarını sanmıyorum. Meclis Başkanı ve Başbakan... işte onları bilemiyorum. Onların da kulak tıkamamalarını çok isterdim.

SEZER'İN SEÇİLMESİ BİR KAZA!

Cumhurbaşkanı Sezer'in tavrını ve çizgisini nasıl buluyorsunuz?

Çok olumlu buluyorum. Bir tek insan bütün devlet çarkına karşı, kendine saygısını nereye kadar koruyabilir, bilemiyorum. Çok zordur çünkü. Önüne birsürü düzmece raporlar getirirler. Bütün devlet mekanizması, kendisini aldatabilir. Fakat şu ana kadarki tutumuyla, hukuka olan saygısını korumakta ısrarlıdır Cumhurbaşkanı. Büyük bir şans Türkiye için. Kardeşim Lale Mansur'un çok güzel bir sözü var, "İyi bir kaza geldi Türkiye'nin başına" diyor. Böyle bir insanın Cumhurbaşkanı olması belki bir kaza. Susurluk, Sami Selçuk ve Cumhurbaşkanı. Üç tane güzel kaza geçirdi Türkiye.

Basının size karşı tavrı nasıl? Sizi destekliyor mu? Yoksa sizi marjinal bir kesim gibi göstermeye mi çalışıyor?

Bizi desteklemiyor, bu çok açık. Biz karşı bir tavrı var ve bu tesadüfi bir tavır da değil. Hatta ideolojik bir tavır da değil. Bunun da ötesinde tepeden gelen emir var. 1996'da Şırnak'a bağlı Güçlükonak denilen yerde bir minibüs taranmıştı. Yanmış cesetler gördük günlerce. O olayların PKK tarafından yapılmadığını, "Bakın PKK ateşkesi ihlal etti" diyebilmek için, devlet içindeki o korkunç çete tarafından yapıldığını ispatladık. Bütün kanıtlarıyla olayın düzmece bir olay olduğu var elimizde. Ve korkunç bir olay. Oturuyorlar biryerlerde cinayet planlıyorlar. Kamuoyunu yanıltmak için. Böyle korkunç bir şeyi ispatlamıştık. Basın toplantısı yaptık ve her şeyi anlattık. Basın toplantısında bütün basın vardı, bütün kameralar vardı, Yaşar Kemal ve Orhan Pamuk da gelmişlerdi. Ertesi günden başlayarak bir sessizlik geldi basına. Haberler küçücük, ya giriyor, ya girmiyor. İşte o olaydan beri ben ismen bile yasaklıyım.

 



Kağıda basmak için tıklayın.

Şanar Yurdatapan

Şanar Yurdatapan'ı Türkiye halkı, bir müzisyen olarak tanıdı. 70'li yılları hatırlayanlar, Şanar Yurdatapan'ın güzel şarkılarını da hatırlayacaktır. Daha sonra ailece yurtdışına çıktı, yıllarca orada yaşadı, vatandaşlıktan çıkarıldı, Demirel-İnönü koalisyonu sırasında tekrar vatandaşlığa kabul edildi.
Bir asker çocuğu olan Şanar Yurdatapan, bugün Türkiye'de "Düşünce Özgürlüğü" için çalışıyor... toplumun değişik kesimlerinden insanların biraraya gelmesine katkıda bulunarak, birlikte ülkenin en ciddi sorununun üstesinden gelmek için uğraşıyor. Kendisine "Düşüncelerinizin hiçbirine katılmıyorum. Ama bunları özgürce ifade edebilmeniz için sonuna kadar yanınızda olacağım" diyen ünlü düşünür Voltaire'i örnek almış Yurdatapan. Bugünlerde bir kampanya başlattılar. İçinde Necmettin Erbakan, Hasan Celal Güzel, Murat Bozlak, Akın Birdal ve Eşber Yağmurdereli'nin bulunduğu beş kişinin cezalandırılmalarına neden olan sözlerinin yer aldığı "Düşünceye Özgürlük: Herkes İçin" adlı kitabı kitlesel bir katılımla yayınlamayı ve bunu Cumhurbaşkanı'na kadar götürmeyi düşünüyorlar. Belki böylece düşünce özgürlüğünün yolu açılır diye...
Şanar Yurdatapan ile düşünce özgürlüğünü konuştuk.


Erbakan'a katılmam ama onu savunurum
Erbakan'ı da düşünce suçluları kapsamına aldınız. Türkiye'de Erbakan'ı sevenler olduğu gibi sevmeyenler var. Devletin baş düşmanı ilan edenler var. Tepki almıyor musunuz ?
Şu anda başka birşeyle değil sadece onunla boğuşuyoruz inanın. Çifte standart o kadar içimize yer etmiş ki. Çok saygı duyduğum, çok sevdiğim aydınlarda bile bu korku ve kuşku var. Çifte standardın Erbakan'da olduğu çok doğru. Onun zaten felsefesine, düşüncelerine katiyen katılmıyorum. O düşüncenin Türkiye'ye hakim olmasını da istemiyorum. Ama düşünce özgürlüğünü savunmanın da en güzel kıstası bu işte. Sevmediğin, hoşlanmadığın, gerçekleşmesini istemediğin düşüncenin de açıklanmasını, onun yanında yer alıp savunmazsan, sonuca varamazsın.
Voltaire'i hatırlatıyorsunuz.
Tabii ki Voltaire'in "Düşüncelerinizin hiçbirine katılmıyorum. Ama bunları özgürce ifade edebilmeniz için sonuna kadar yanınızda olacağım" sözü, bizim için önemli bir yol gösterici. Aksi takdirde düşünceye çifte standart gelir. Voltaire 250 yıl önce söylemiş bu sözü. Ondan daha mı geriyiz. 250 yıl geri kalmak hiçbirimize yakışmaz. Bu ülkeyi paylaşıyoruz. Birbirimizi beğenmek zorunda değiliz. Birbirimizin hoşlanmadığımız düşüncelerine saygılı olmak zorunda da değiliz. Ama saygılı olmamız gereken bir tek şey var; birbirimizin varlığı. Birbirimizin varlığına saygı göstermemiz gerekiyor, ne olursak olalım. İster İslamcı, ister solcu.

 


Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Yazarlar | Spor | Bilişim
İnteraktif: Mesaj Formu | ABONE FORMU | İNTERNET TARAMA FORMU | KÜNYE | ARŞİV


Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED

Bu sitenin tasarım ve inşası, İNTERNET yayını ve tanıtımı, TALLANDTHIN Web tarafından yapılmaktadır. İçerik ve güncelleme Yeni Şafak Gazetesi İnternet Servisi tarafından gerçekleştirilmektir. Lütfen siteyle ilgili problemleri webmaster@tallandthin.com adresine bildiriniz...