| Türkiye'nin birikimi... |
|
|
|
|
"Azınlık" sözcüğünden ne anlıyoruz?Bugün Prof. Bakır Çağlar'ın Milliyet'in "Entellektüel Bakış" sayfasında Naki Özkan'ın sorularına verdiği cevaplarla başlayacaktık. Özkan, lafı uzatmadan soruyor: "Avrupa Birliği, 'Kürt sorunu için bir yol haritası çizdi' dediniz, nedir bu yol haritası? Kürt sorunu AB belgelerine nasıl yansıyor?" Bakır Çağlar, konuşmasına şu günlerde sözü çok edilen Kopenhag Kriterleri'nde öne çıkarılan "azınlık hakları"nın AB ve Avrupa Konseyi çıkışlı hangi metinlerde yer aldığını açıklamakla başlamış. AB'nin 1991'de yayınlanan İnsan Hakları Bildirgesi, Maastricht Bildirgesi ve Avrupa Komisyonu raporlarında bu "azınlık hakları"yla ilgili yaklaşım mevcutmuş. Ayrıca, ortada, Avrupa Konseyi bünyesinde yer alan bir Komite'nin Ocak 1999 tarihli raporunda "Kürt kökenli Türk vatandaşlarının korunması açısından, iki önemli Avrupa sözleşmesinin altına Türkiye imza atmak zorundadır" şeklinde atıfta bulunduğu, Avrupa Konseyi'nin iki sözleşmesi daha bulunmaktadır. Bu sözleşmeler de şunlardır: "Bölgesel ve Azınlık Dilleri İçin Avrupa Şartı" (1992) ve "Ulusal Azınlıkların Korunması Üzerine Çerçeve Sözleşme" (1995). Dünkü yazımda da söylediğim gibi, özellikle bu son iki sözleşmenin adları bile bizi çileden çıkarmaya yetiyor ve hemen başlıyoruz homurdanmaya: "Azınlık da ne demekmiş? Bu şey Avrupa'da bolca bulunup, bizde rastlanmayan bir şeydir! Bizde herkes eşit, bizde kimse 'azınlık' olmayı kabul eder mi hiç?. Biz şunun şurasında Lozan azınlıkları dışında hiçbir azınlık tanımayan "tekil" (!) bir devletiz..." Prof. Bakır Çağlar, bu çerçevede, Türkiye'nin katılım yönünde ilerlemesi üzerine 1999 tarihli düzenli raporda yer alan şu cümlelere de dikkat çekiyor: "Bir sivil çözüm kapsamında Kürt kültürel kimliğinin belirli biçimleri tanınabilir. Ayrılıkçılığı ve terörizmi tanımaması şartıyla bu kimliği ifade etme yollarına örneğin, Kürt dilinde TV yayınlarına, siyasi olmayan programlara daha fazla hoşgörü gösterilmelidir." Görüldüğü gibi bu rapor çerçevesinde Türkiye'den istenenlere herhalde hiç kimse kötü gözle bakamaz. Bu dünyada bir devletten bunlar da istenmezse daha ne istenir? Aslında sadece bu son "rapor" değil, "azınlıklar"a ilişkin çok daha fazla hak talebinde bulunulan diğer iki sözleşmenin "ruhu" da çok ılımlıdır. Bu sözleşmelerde "Azınlık Dilleri"nin ifade özgürlüğü ve eğitim/öğretim alanlarında desteklenmesi çok daha ayrıntılı olarak karara bağlanmasına rağmen, dönüp dolaşılıp ısrarla gelinen yer yine "pasifik" çerçevedeki talepler ve sözleşmelere taraf olan devletlerin "toprak bütünlüğü ve egemenlik ilkesi"dir. (1992 ve 1995 tarihli sözleşmelerde sırasıyla 5. ve 21. maddeler.) Sözkonusu sözleşmelerin Fransa örneğinde olduğu gibi bazı AB üyesi ülkeler tarafından imzalanmamış olması da bizi yanıltmamalıdır. Gerçekten de, Fransa'nın ancak Mayıs 1999'da imzaladığı Bölgesel veya Azınlık Dilleri İçin Avrupa Şartı, bu ülkede ciddi bir tartışmanın merkezinde olmayı sürdürmektedir. "Şart"ın kabulü için Anayasa'da bazı maddelerin değiştirilmesi gereği, gönüllü olarak imzayı basan Sosyalist Hükümet'e karşı Chirac'ın "veto"su, sadece bizim değil, bizim örnek aldığımız siyasi kültürlerin işinin de kolay olmadığını göstermektedir.. Ancak şu büyük farkı da unutmamak gerekir: Fransa söz konusu olduğunda "Azınlık Dilleri"ne karşı çıkanlar bu dillerin "kamusal alanda politik kullanımı"nı öne çıkarırken, biz henüz "Kürtçe öğretimi ve Kürtçe TV" tartışması ile vakit geçirmekteyiz. Bazı sözcükler karşısında duyduğumuz "korku"yu, geçen ay Türkiye'den ayrılan Almanya Büyükelçisi Hans-Joachim Vergau da şöyle açıklamıştı: "Ama Türkiye -bu çok önemli- azınlık kelimesinden, bu terminolojiden korkmamalı. Niçin? Çünkü AB'de azınlıklar derken bireysel haklar kastediliyor. Örneğin bir Türk Kürt'ü kendi geleneksel dilini kullanma, iletişim kurabilme, TV kurma hakkına sahip olabilmelidir. Kopenhag ölçütlerinin terminolojisini reddetmeyin. Şunu vurgulamak istiyorum: AB'de ilkesel olarak azınlıklar için ilke olarak otonomi ya da ayrılık hakkı yoktur. Ve burada sözü edilen birey hakları, insan haklarıdır. O bölgede kendi dillerinde TV ve eğitim isteyen 3-4 milyon kişinin toplu şekilde istemde bulunması olayın bireysel hak niteliğini değiştirmez." Büyükelçi derdini daha nasıl anlatsın? Ben kendi payıma, insan hakları kavramına teorik bir yaklaşım çerçevesinde, Büyükelçi'nin herşeyi "bireysel hak"a bağlamasını "aşılmış" bile buluyorum! İşte böyle... Son üç yazıyı "iğrenç bir zihniyet"in (Oktay Ekşi) temsilcilerini anlamaya ayırdık. Bana sorarsanız, Anna Lindh, Karen Fogg'un ve son olarak Büyükelçi'nin açıklamalarını ben ciddi ve samimi buldum. "Azınlık" sözcüğünü duyunca artık tüylerim diken diken olmuyor! Ama biliyorum, bazıları bana ve benim gibilere "saf" filan gibi sıfatlar yakıştıracak ve devletler arası ilişkilerin çok daha karmaşık olduğuna dikkat çekeceklerdir. Olabilir, ben devletler arası ilişkilerin karmaşık yapısından anlamam; ben bu alanla ilgili olarak da, en başa insanların tamamına eşit olarak paylaştırıldığı söylenen "sağduyu"yu yerleştiririm..
kbumin@yenisafak.com
|
|
| Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Yazarlar |
| İnteraktif: Mesaj Formu | ABONE FORMU | İNTERNET TARAMA FORMU | KÜNYE | ARŞİV |
|